Otelimiz denize yakın, gerçekten çok güzel bir yerdeydi. Açıkçası ben daha tutumlu olmayı tercih ederdim ama Oğuz anlaşılan keyfini daha çok önemsiyordu. Denizin kenarında, lüks bir otelde yan yana iki oda kiralamıştı. Odaya girdiğimde derin bir nefes alıp hayranlıkla gözlerimi gezdirmekten kendimi alıkoyamadım. Geniş, kahverengi şeritli beyaz örtülerle bezenmiş bir yatak, karşısında geniş ekranlık bir televizyon, duvara yaslanmış geniş bir masa... Çok geniş bir oda olmasa da kendi evimden daha lüks görünüyordu. Dahası balkonu denize bakıyordu, oraya minik bir koltuk bırakılmıştı. Manzaram Kız Kulesi'ne karşıydı. Sadece bir gece kalacağımı düşününce biraz üzülmüştüm açıkçası, huzur içinde oturulacak bir köşeydi.
Oğuz bu işten iyi anlıyordu.
Ben daha oda turumu yeni tamamlamıştım ki telefonum çalmaya başladı. Ekrana baktığımda Oğuz olduğunu gördüm.
"Yerleştikten sonra aşağı in, lobide bekliyorum." dedi açar açmaz.
"Neden ki?" diye sordum düşünmeden.
"Aç değil misin? Yemek yiyeceğiz. Sonra biraz yürürüz."
"Tüm planları bana sormadan yapmanız ne hoş." Sesimdeki kinaye gayet açıktı.
"İstanbul'a geldin, sadece bir gece kalacaksın. Yarışmadan önce biraz kendine zaman ayırman kötü olmaz. Her gün Marmara Denizi'ni izleyerek yemek yiyor değilsin ki."
"Sen söylemesen, ben isteyecektim zaten." Aslında tek isteğim balkonda şehrin uğultusunu dinlemekti ama Oğuz'un planı da cazip gelmişti. Yine de kafasına göre hareket etmesinden hoşnut olamıyordum.
Çok geçmeden ben de otelin lobisine inmiştim. Koltukta yayılmış beni bekleyen Oğuz, geldiğimi görünce hemen ayaklandı. Birlikte otelin döner kapısından çıktık, yakında bir yere gidiyor olmalıydık ki arabaya gerek duymamıştı. Tahmin ettiğim gibi hemen otelin yakınındaki güzel bir lokantaya gidiyorduk.
"Senden habersiz plan yapmamdan hoşlanmadığının farkındayım." dedi lokantaya girmeden önce. "Ama şu da gerçek ki burası benim tecrübe alanıma girdiği için ipleri almamda sakınca yoktur diye düşündüm."
"Ben bir şey demedim..." derken omuzlarımı silktim. Güçlü soğuk yüzüme çarparken istemsizce somurtuyordum. İzmir gibi olur diye düşünmüştüm ama kesinlikle daha soğuktu.
"Demene gerek kalmıyor ki..." diyerek hafifçe güldü. "Sadece sen enerjini bilmediğin bir yerde planlar yapmaya çalışarak harcama diye uğraşıyorum."
"Tabi..." dediğimde derin bir nefes bıraktı ama konuşmaya devam etmedi. Tabi... Yarışma önemliydi. İşinin reklamını yapmak önemliydi. Bu yüzden yarışmaya katılacak olan aşçısını iyi tutması gerekiyordu.
Bu git gide beni daha çok sinirlendiriyordu. Neden sinirleniyordum ki? Sinirlenmeye hakkım yoktu. Haklıydı işte. Sonuçta amacımız belliydi, görevim belliydi, o da kendine belli sorumluluklar yüklemiş, bunları yerine getirmeye çalışıyordu. Ben de öyle olmalıydım ama benimle bu yarışma için ilgileniyor olması beni hiddetlendiriyordu.
Ne gereksiz hislerdi böyle.
Lokanta akşam yemeği saati geçtiği için kalabalık değildi, olağan zamanlarda sonuna kadar dolu olduğunu öğrendiğim masalarda tek tük insan vardı. Onlar da yemeklerini bitirmiş, üzerine sohbete dalmış arkadaş gruplarındandı.
Biz de denize bakan pencerelerin kenarındaki bir masaya oturduk. Ahşap masaya yerleştiğimizde denizin şehrin ışıklarıyla buğulanan karanlık sularına baktım. Garson masamıza menüleri bıraktığında yönümü çevirdim ve menüyü kavradım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BOL KÖPÜKLÜ
General Fiction[Aşkın Tatları Serisi - 3] Hikayemizi yıllar önce yazmaya başlamıştık, sadece farkında değildik. Aşk bizim için başta tuzlu kahve gibiydi. Ama bazı gerçekler her şeyi değiştirdi. Köpüksüz kahvesini içmeyen biri için kahvenin köpüğü haline geldi...