Fulya'nın saçları rüzgarda savruldu. Saçlarını genellikle toplardı ama o gün bırakmıştı ve arkasını dönüp hızlı adımlarla benden uzaklaşmasını izlerken bunun ona ne kadar yakıştığını ve çok güzel olduğunu düşündüm.
Gerçekten öyleydi ama sonuçta asıl meseleden uzaklaşmak istediğim için bunu düşündüğümü biliyordum. Çünkü sözlerinin ağırlığının altında kalacağımı biliyordum.
Adımlarını sanki bu kadar sert olmasa yer çekimi ona işlemeyecekmiş de uçup gidecekmiş gibi bir güçle atıyordu. Her adımının mideme bir yumruk misali indiğini hissediyordum. Ona yetişmek, onu durdurmak için şansımın her saniye azaldığını bilsem de yerimden kıpırdamadım. Bana dönmesini, yüzündeki o ifadeyi, hislerini adeta kusan o ifadeyi görmek istememiştim tekrar.
Aslında ifade etmesi zor olsa da yüzündeki nefreti görmekten, aynı olmasından korkmuştum. Korkuyu zihnimin en derinlerinde duyumsamıştım, adeta uçuruma bağırmışım gibi yankılanıyordu.
Hem çok açık ifade etmemiş miydi onu durdurmaya hakkı olmadığımı? Ve gitme sırasının kendinde olduğunu bana göstermemiş miydi? İnatla onu konuşmaya zorlamam, ona saygısızlıktan başka ne olacaktı?
Eve nasıl vardığımı bile hatırlamıyordum. Sadece kendime geldiğimde evimin kapısındaydım ve bir türlü anahtarı deliğine yerleştiremediğim için aptalca bir şekilde öfkelenmiştim. Biraz durduğumda ellerimin titrediğini fark ettim.
Benim ellerim titriyordu. Zangır zangır titriyordu.
Öfke miydi? Yoksa... Korku? Utanç? Aklımdaki düşünceler şiddetli rüzgarın önündeki kağıt parçaları gibi savrulurken bunu çözmek çok zordu. Anahtar zorlukla yerine yerleşirken çıkardığı ses az da olsa rahatlamamı sağladı.
Kendimi içeri attım, adımlarımın beni istedikleri yere taşımasına izin verdim. Yatak odamın karanlık sınırlarına girdiğimde ne istediğimi bile bilmiyordum.
Ne zaman elime aldığımı bilmiyordum o metal kutuyu. İçindeki mektuplar şimdi yaptığım hatanın büyüklüğünü, korkaklığımı fısıldıyordu. Daha o zaman bir gün bunun sonuçlarıyla yüzleşmem gerekeceğini biliyordum ama bu kadar büyük ve ağır olacağını aklıma getirmemiştim.
Alt tarafı mektuplaşma...
O kadar basit olsaydı keşke.
Mektupları tek tek açmaya başladım. Özenle sakladığım mektuplar şimdi elimi yakıyordu. Kelimeler bir görünüp bir kayboluyordu. Sararmış zarflar adeta yüzüme gülüyordu.
Annesi terk etmişti ve o bana güvenmeyi seçip risk alırken ben de terk etmiştim onu.
Düşündüğün kadar üstün değildin Oğuz. Cesur değildin.
Asla değildim.
Mektuplar yere saçıldı, sanki çevremde bir mahkeme kurmuşlar da beni yargılıyorlardı. Cezam ne olacaktı? Fulya'nın tamamen hayatımdan çıkması mı? İlk arkadaşım ve son arkadaşım, hatta daha da fazlası...
Mektupların ortasına çöküp kaldığımda sanki karşımda yıllar önceki ben duruyordu, duvara yaslanmış, dizlerini kendine çekmiş, korkmuş gözlerle bana bakıyordu. Asla o kadar zayıf görünmediğime emindim. Kimse beni böyle endişe dolu gözlerle görmemişti hiçbir zaman. Kimse korkumu görmemişti. Ben izin vermemiştim. Zayıflıktan korkmuştum ama bu korku bana en büyük zayıflığı yapmama neden olmuştu.
"Aptalsın. Korkaksın. Kaybettin işte." On sekiz yaşındaki halime söyledim bunları öfkeyle. Biriyle yakınlaşmaktan kaçan kendime... "Bunların bedelini ben ödüyorum."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BOL KÖPÜKLÜ
General Fiction[Aşkın Tatları Serisi - 3] Hikayemizi yıllar önce yazmaya başlamıştık, sadece farkında değildik. Aşk bizim için başta tuzlu kahve gibiydi. Ama bazı gerçekler her şeyi değiştirdi. Köpüksüz kahvesini içmeyen biri için kahvenin köpüğü haline geldi...