Ertesi gün planladığımız buluşmalara başladık. İkimizin iş yerine eşit mesafede olan mekanlarda oturuyorduk. Planımız kahve yapan her yeri sırayla denemekti, farklı elleri, farklı mekanları görmek istiyorduk. Kimi zaman büyük, modern bir kafe, kimi zaman küçük, birkaç masa ve tabureden ibaret kendi halinde kahvecilerde oturuyorduk. Sabah onu görecek olmanın hiç geçmeyen o heyecanı içinde uyanıyordum. Daha önceki akşam, iş çıkışında onu görmüş olmam durumu değiştirmiyordu. Oğuz'u görmek, onunla konuşmak, ona yakın olmak istiyordum, sürekli, sürekli.
Her gün görüşsek de konuşacak bir şeyimiz her zaman oluyordu. Muhabbetimizin sonu olmayacağına dair bir his uyandırıyordu bu konuşmalarımız. Bazen güncel zamandan, dünyadaki olaylardan konuşuyorduk, bazen de geçmişten. Oğuz meraklıydı. Hayatımın eşlik edemediği tüm zamanlarını hatırlayabildiğim kadarıyla öğrenmek istiyordu. Gözlerini yüzüme kenetliyor, ben konuşurken dikkatini asla başka bir yöne kaydırmıyordu. Bakışları bazen yüzümün yanmasına neden oluyordu, gözlerimi kaçırmamak, yüzümü çevirmemek için kendimi zor tutuyordum. Alışması zor bir durumdu. Sevdiğim adamın bana dünyanın merkeziymişim gibi, yoğun ve koyu bakışlarla bakması...Kesinlikle alışamayacaktım.
Bir gün sokağın epey tenha bir köşesinde kalmış, yaşlı bir adamın emekliliğinde sıkılmamak için hobi olarak açtığı kahvecide oturuyorduk. Kahvenin tadı çok güzeldi, farklı ellerin aynı tarifle bu kadar farklı tatlar ortaya çıkarması aşçı olmama rağmen her zaman mucizevi gelirdi bana.
Oğuz beyaz keten pantolon, lacivert ceket ve toz mavisi gömleğiyle fazlasıyla iç açıcı ve hoş görünüyordu. Yaz sıcakları asfaltı eritecek hale geldiğinde kıravat takmayı bırakmıştı. Saçlarını da eskisi kadar kısa kestirmediğinin, hatta biraz uzattığının farkındaydım. Onun bu bir yandan rahat, bir yandan resmi görüntüsü hoşuma gidiyordu ve dirseklerimi masaya yaslayıp onu uzun uzun izlememek gerçekten çok zordu. Ama bir şekilde bu değişiminin benim için olduğunun farkındaydım, o da beni etkilediğinin fazlasıyla farkındaydı. Sadece kelimelerle ifade etmiyorduk.
Beyaz, kalın fincanı elinde döndürürken kahvesinin üstünde dalgalanmalarını izleyerek konuştu.
"Peki, hiç kimse olmadı mı?" dedi mırıltıyla.
Soruyu anladım, aslında onca konuşmamızda ikimizin de sormak istediği, çevresinde dolandığı bir konuydu ama sanırım ikimiz de zamanı olmadığını düşünmüştük.
"Nasıl yani?" dedim kahvemden bir yudum almadan önce.
Arkasına yaslandı, kaşlarını kaldırıp imalı bir gülümseme takındı.
"Yani bir erkek? Hayatında bir erkek olmadı mı?"
Dudaklarımı büzüp düşünürmüş gibi yaptım. Aslında uzun uzun düşünecek bir konu değildi ama Oğuz'un meraklı bakışlarını izlemek eğlenceliydi.
Sonunda hafifçe masaya yaslandım ve başımı hafifçe omzuma doğru eğerek konuşmaya başladım.
"Açıkçası birisi oldu diyemem, çünkü kimseye güvenemiyordum. Bunu sana sitem olarak alma ama o zaman öyleydi, sen gittikten sonra hiçbir erkeğin sözüne güvenemezdim." Yüzümü kahveme çevirdim, yarısı boş olan fincandaki kahve izlerinde gözlerimi dolaştırdım. "Aslında bu sadece güvenle de ilgili değildi sanırım, yüzünü bile bilmediğim bir adamı arıyordum herkeste. Onun gibi konuşan, onun gibi beni anlayan, sohbetinden ondan aldığım zevki aldığım kimse yoktu."
Oğuz da masaya yasladı kollarını, yüzünü öne doğru yaklaştırdığında bakışlarımız dip dibe gelmişti.
"Bir yandan rahatsız oluyorum ama diğer yandan sadece ben olmamın hoşuma gittiğini saklayamam."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BOL KÖPÜKLÜ
General Fiction[Aşkın Tatları Serisi - 3] Hikayemizi yıllar önce yazmaya başlamıştık, sadece farkında değildik. Aşk bizim için başta tuzlu kahve gibiydi. Ama bazı gerçekler her şeyi değiştirdi. Köpüksüz kahvesini içmeyen biri için kahvenin köpüğü haline geldi...