27. BÖLÜM "Pandora'nın Kutusu"

10.9K 1.1K 29
                                    

Kendimi on dört yaşımdaki gibi hissediyordum. Boşlukta, kandırılmış, terk edilmiş, hayal kırıklığı içinde, öfkeli, üzgün... İfade edemeyeceğim kadar çok olumsuz duygunun ortasında bocalıyordum. Gece boyunca uyumadan karanlığın içine gömülüp düşüncelerimle boğuştum ve geçmişi önüme serip kendime işkence ettim. Annemin gidişini, babamın çöküşünü, korkularımı, yalnızlığımı, birinin güvenine duyduğum ihtiyacı hafızamın derinlerinden çıkardım. Elimi sürmeye korktuğum mektup kutusu karanlığın içinden bana göz kırpıyordu sanki. Kapağını açmasam bile içindekileri çoktan ortaya çıkarmış ve düşündüğümün çok daha ötesinde bir kırgınlığın içinde bırakmıştı beni.

Pandora'nın kutusu... Ona hep böyle bakmıştım ama o beklediğimden daha kötü bir karşılık vermişti. Oyununa gelmiştim, intikam almıştı adeta. İçindeki bütün acıları kusmuştu üzerime.

Kalbim o kadar sızlıyordu ki söküp atsam rahatlayacaktım.

Ağlamamak için tutuyordum kendimi. Bunca zaman dayandıktan sonra kendimi bırakamazdım. İnatla gözlerimin acısına direniyordum.

Aklıma en derinlere atmayı tercih ettiğim ve unutmayı dilediğim bir an geldi.

Mektup arkadaşım gitmişti ve evde henüz bir düzelmenin olmadığı o berbat günlerden biriydi. Zorlukla gittiğim marketten ter içinde dönmüştüm. Yaz günlerinin acımasız sıcağı her köşeyi sarmıştı. Eve kendimi atabildiğim an içimi tuhaf bir his kaplamıştı. Ev çok sessizdi. Kardeşim uyuyor olmalıydı ama babamdan da ses yoktu. Son zamanlarda tek yaptığı televizyonun başında boş gözlerle oturmak olduğu için bu sessizlik beni ürpertmişti. Eve girer girmez büyük oturma köşemiz karşıma çıkıyordu ama babam yoktu.

Elimdeki poşeti bıraktım ve hızlı adımlarla yukarı çıktım. Tahmin ettiğim gibi kardeşim derin bir öğle uykusundaydı. Sonra adımlarım beni babamın odasına çevirdi. Dizlerimin titrediğini hissettim. Adımlarım birbirine karışıyordu adeta. Kapıyı bile çalmadan odasına daldığımda onu yatağa yaslanmış şekilde bulmuştum. Ağladığı belliydi, gözleri kızarmış ve şişmişti, önünde fotoğraflar, ilaç kutuları yığılıydı.

"Baba?" diye mırıldanmıştım şuursuzca. Kızarmış gözlerini bana çevirdiğinde kalbimin durduğunu düşündüm.

"Özür dilerim, kızım." Başını iki yana sallamıştı. "Özür dilerim."

Ne için özür dilediğini sormadım ama biliyordum, o da bildiğimi biliyordu. Yapmayı düşündüğü şeyin ne olduğunu ikimiz de biliyorduk. Aklından neyi geçirdiğini ikimiz de biliyorduk. O da beni terk etmeyi düşünmüştü. Yapamamıştı ama istemişti, değil mi? Ve tekrar istemeyeceğinin garantisi yoktu.

Bir süre ona sarıldım ve içimdeki öfkeyi hissetmemesi için elimden geleni yaptım. Şu an ona bağırıp çağırmamın hiçbir anlamı olmazdı.

Babam da uykuya daldığında usulca odadan çıktım ve kendi odama girdim. Bir an öylece dikildim, acım çok büyüktü ve nereye gideceğimi bilmiyordum. Kimsem yoktu.

Masamın başına geçip bir kâğıdı önüme çektim ve titreyen ellerimle yazmaya koyuldum. Gözlerimden akan yaşlar kâğıda damlarken ben hırsla, bastırarak yazıyordum. Hissettiklerimi, hayatın zorluğunu yazıyordum. Öfkemi, çaresizliğimi, yalnızlığımı... Ama yazdıkça bir anlamı yokmuş gibi geldi. Artık gerçekten anlamı yoktu. Yazdıklarımı okuyacak biri kalmamıştı. Bana cevap yazacak bir Uzaylı yoktu hayatımda. Beni öylece terk edenler kervanına eklenmişti o da.

Kâğıdı büyük bir hınçla karalamaya başladım. Yazdıklarım gözüme çok aptalca görünmüştü ve zayıflığımdan nefret ettim. Öyle çok karaladım, öyle büyük bir öfke ile tuttum ki kalemi, önümdeki kâğıt lime lime parçalara ayrıldı.

Yok olup gitsem ne güzel olur, diye düşünmüştüm. Hatta bunu istemiştim.

Hava ağarmaya başladı, gökyüzü yumuşak bir beyazlığa büründü, kuşlar uyandı ve ötüşleriyle dünyayı doldurdu. Ben ise yorgundum, bütün gece anıları sırtımda dolaştırdıktan sonra her yerim ağrıyordu, en çok da kalbim. Kalbin bu denli ağrıyabileceğini bilmezdim, hem de bir hastalığı bile yokken. Ama ağrıyordu işte.

O gün işe gitmedim. İlk defa mecburi bir nedenden değil, sadece gitmek istemediğim için izin aldım. Buna hakkım vardı. Halama ise hasta olduğumu söylemem yeterliydi ki buna inanmakta tereddüt etmedi. Hasta gibi görünüyordum. Ama halamın inandığı gibi fiziksel açıdan hasta değildim. Ruhum sızılar içindeydi. Yıllar tüm gücüyle dimdik duran ruhum, şimdi derin bir acıya gömülmüştü.

O günü bir dakika bile yanından ayrılmadan Müge ile geçirdim. Beni iyileştirebilecek bir tek onun varlığıydı. Onun gülüşleri, konuşmaya çalışırken çıkardığı sesler, asla kirlenmeyecek olan masumiyeti bana iyi geldi tam da tahmin ettiğim şekilde. Tıpkı yıllar önce olduğu gibi onu düşünerek ayağa kalkacaktım. Yaptığım hatanın yükünü atamayacaktım belki. Bedeli hafif değildi. Beni terk etmiş bir insana ikinci kez güvenerek hata etmiştim ama yine de o ağırlığı taşıyabilecek kadar güçlü olacaktım yine.

Kendime sadece bir gün verdim, tek bir gün.

İnsan olduğumu hatırlayarak acı çekmek için kendime bir günlüğüne izin verdim.

***

Siz söylemeden söyleyeyim, evet, bölüm kısa. :)) Aslında daha uzun bir bölüm olacaktı, hemen de yayınlamayacaktım ama devamının ayrı bir bölüm olması daha mantıklı geldi. Bu da geçiş kısımlarından biri oldu.

Benim için gerçekten yazması zordu. Bu yüzden bu kadar geç kaldım. Defalarca başladım bölüme ama devam ettiremedim. Şimdi de içime sinmedi. Bu Fulya için önemli bir dönüm noktası ve ne kadar doğru verebildim hisleri bilmiyorum. 

Bölümü kendimin kötü hissettiği, acı hissettiğim bir anda yazabilmem bundandır belki. Benzer hislere girdiğimde ancak bu kadarını yazabildim.

Şu an iş yerindeyim ve biraz boş kalınca neden duruyorum, hemen paylaşayım dedim. ^^

Hayatınız nasıl gidiyor? Sizler nasılsınız?

Bana fikir olması açısından, hikayenin ilerisinde neler bekliyorsunuz? Oğuz ne yapacak? Fulya nasıl ilerleyecek? 

Bu arada bölümleri eklediğim şarkılarla okuyunca daha iyi oluyor, ben denedim. :D

Bu arada geçen bölüm sonuna yazdığım şeyi göremeyenler olmuş, onu da düzelttim. ^^

Sağlıcakla kalın! ♥

BOL KÖPÜKLÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin