Ertesi sabah uyandığımda nerede olduğumu bir an çıkaramadım. Düşüncelerle daldığım uyku benim kafamı karıştırmıştı sanki. Otel odasında gözlerimi gezdirdim. Sımsıkı kapalı perdenin ardından kendini belli eden yeni güne baktım. O zaman nerede olduğum birden şimşek gibi beynimin içinde çaktı.
"Arkadaş..."
Birdenbire, sanki gerçek değilmiş gibi aklımın içinde yankılanan bu sözcükler geceyi gözümün önüne getirdi. Oğuz'un beklenmedik arkadaşlık teklifi, cevapsız bırakıp kaçışım, odaya döndüğümde hissettiğim eksiklik ve yargılıyormuş gibi köşedeki ahşap sandalyenin üzerinde duran yün atkı...
Derin bir nefes alıp yatakta doğruldum. Bugün aklıma ilk gelen bu olmamalıydı. Bugün benim için, birlikte çalıştığım insanlar için, mesleğim için önemli bir gündü. Böyle bir meseleyle aklımın karışması en olmaması gereken durumlar listesine ilk sıradan giriş yapmıştı bile. Fransa'daki yarışmanın ilk elemesi birkaç saat sonra, lüks bir otelin yemek salonunda, işinde uzman şeflerin bulunduğu jürinin önünde gerçekleşecekti.
O andan itibaren aklı karışık Fulya Çam'ı yatağa geri yatırdım ve Şef Fulya Çam'ın dimdik doğrulmasını sağladım. Arkadaşlık meselesinin acelesi yoktu. Önce elemeyi atlatmalı, sonra da ne kadar gerekiyorsa o kadar bu tuhaf meseleyle ilgilenmeliydim. Oğuz Derman şefi olduğum lokantanın yarısının sahibi ve bugün bana elemede eşlik edecek patrondu. İşte, denklem olması gereken şekle oturmuştu.
Yataktan çıktım, hemen hazırlanmaya koyuldum. Duş alırken aklımdan bildiğim bütün tarifler adeta akıyordu. Sanki gözümün önünde sadece benim görebildiğim bir ekran varmış gibi gözlerim uzaklara dalarken malzemeleri sayıyordum. Şarkı gibi yemeklerin isimlerini mırıldanıyordum.
Saçlarımı kuruttum, mavi gömleğimi ve krem pantolonumu ütüleyip giydim, yüzüme hafif bir makyaj yaptıktan sonra son halime baktım. Elemede olacak diğer kadın aşçıların çok bakımlı ve güzel olacağına emindim ama halam çevremde olmadığı zamanlarda en bakımlı halim buydu. Ben de fazlasını istemiyordum.
Son rötuşları yaparken kapı çaldı.
"Evet?" diye seslendim kapıya gitmeden.
"Benim, Oğuz."
Derin bir nefes aldım ve kapıyı açtım. Hep olduğu gibi şık, siyah takımı, kısa kesim saçları, kirli sakalı ve insanın içini görüyormuş gibi pırıldıyan gözleriyle Oğuz karşımda dikiliyordu.
"Tam tahmin ettiğim gibi çoktan hazırsın." deyip gülümsedi. "Şef, savaş için hazır."
Tam da ondan beklendiği gibiydi. Sanki dün gece yaşanmamış gibi davranıyor ve bana tuhaf, insanı rahatsız eden bir tavır takınmıyordu. Üzerime aniden çöken rahatlamayı belli etmemek için çaba harcamam gerekti.
"Sen de öylesin patron." dedim.
"Güzel bir kahvaltı için epey zamanımız var. Buranın açık büfesi çok kalitelidir."
Gerçekten de öyleydi. Her çeşit kahvaltılığı insanların önüne sermişlerdi ve normalde bir porsiyon salatadan fazlasını kabul etmeyeceğini düşündüğüm insanlar bile tabağını tepeleme dolduruyordu. Omletler, kızartmalar, reçeller davetkar bir şekilde göz kırpıyordu.
Normal kahvaltımdan fazlasını yapmadım. Domates, bal, salatalık, yeşil zeytin ve haşlanmış yumurta. Bedenime farklı bir durum olduğunu hissettirmek, yarışma için uygun olmazdı. Önemli günlerde hep bu şekilde davranırdım. "Diğer günlerden hiçbir farkı yok. Halledeceksin."
Eflatun çiçeklerle bezeli beyaz örtülerin olduğu masaya karşılıklı yerleştik Oğuz'la. Kahvaltımız boyunca yarışma dışında hiçbir konudan bahsetmedik, fazla da konuşmadık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BOL KÖPÜKLÜ
General Fiction[Aşkın Tatları Serisi - 3] Hikayemizi yıllar önce yazmaya başlamıştık, sadece farkında değildik. Aşk bizim için başta tuzlu kahve gibiydi. Ama bazı gerçekler her şeyi değiştirdi. Köpüksüz kahvesini içmeyen biri için kahvenin köpüğü haline geldi...