Yeni bir güçle gittim işe ertesi gün. Benliğimi sarmalayan hislerin farkındaydım, o hisler bir koruma kalkanı misali çevreliyordu beni. Öfkem, hayal kırıklığım, pişmanlığım, üzüntüm... Hepsini bir taş gibi saklıyordum kalbimde. Ağırlığı hissediyordum içimde ve bu ağırlık bana bir kere daha hata yapmamamı hatırlatıyordu. Dimdik duracaktım.
Herkes hasta olduğumu zannettiği için kendimden emin, güçlü duruşumdan şaşkına dönmüş gibiydi. Yardımcım Aytaç büyük ihtimalle beni göreceğini bilmeden mutfağa girdiğinde gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
"Şef! Hastasın zannediyordum. Neden hemen işe döndün?"
Ben yokken neredeyse benim kadar erken gelip herkesten önce mutfakta olmasını içimden takdir ederek gözlerine baktım.
"İyileştim!"
"Bir günde mi?"
"Ah, bir gün yeter de artar bile. Hem ben yemek yaparken daha iyi hissediyorum." Hafifçe gülümsedim onu teskin etmek amacıyla. "İyiyim ben. Hadi, işimizin başına."
Kaşlarını çatarak tedirgin bir bakışla süzdü beni. Gerçekten endişe ettiğini fark ettiğimde şaşırmıştım. Oysa ben olmadığımda bütün sorumluluk onun üzerine kalıyordu ve daha bunun için çok tecrübeli olmadığından zorlandığını biliyordum.
Gün ilerlerken söylediğim gibi yemek yapmak beni kendime getirmişti. Bıçağım sebzeler seri bir şekilde doğrarken sanki bütün olumsuzlukları parçalıyordum. Pişen yemekler tıpkı hayatın içinde olgunlaşan ruhum gibiydi. Ve yemeğin son hali, birbirinden farklı sebzelerin bir araya gelince ne kadar muhteşem bir ahenk, nefis bir tat ortaya çıkacağını gösteriyordu. Tıpkı her şeyin başlangıcında olduğu gibi yemek yaparken hafiflediğimi hissediyordum.
Mutfaktaki gürültüler bir anda kesildiğinde soğan doğramakla meşguldüm. Aniden dolan sessizlik dikkatimi çekti, başımı kaldırdım ve sanki bir şey beni çekiyormuşçasına gözlerim kapıya doğru döndü.
Görmeyi beklemediğim, istemediğim yüz benden birkaç metre ötedeydi. Oğuz Derman. Ama beklediğim gibi olmamıştı. Onu önünde sonunda göreceğimi biliyordum, sonuçta aramızda iş ilişkisi vardı. Ve onu gördüğümde öfkenin beni ele geçireceğinden endişelenmiştim. O anda içimde zarif bir boşluk vardı. Sadece bu kadar erken olacağını hesaba katmamıştım. Hem de bu şekilde, beraber çalıştığım insanların arasında... Bilerek yapmış olmalıydı. Böylece duygularımın patlamasını engellemiş oluyordu. Ama patlayacak duygular yoktu ki, bunun farkında değildi.
Kalbimin bir kaplumbağa gibi kabuğuna çekildiğini fark etmiştim.
Oğuz'un bakışları doğrudan bendeydi. Adeta diğer herkesi görmezden geliyordu.
Oğuz'u soğana benzetmiştim. Katman katman oluşunu... Düşüncem değişmemişti. Yemek yapmayı ilk öğrendiğim zaman soğan gözlerimi çok yakardı ve sürekli kendimi gözyaşları içinde bulurdum. Ama zamanla ona karşı daha dirençli hale geldim ve soğan beni etkileyemez oldu. İşte, durum aynen böyleydi.
Artık Oğuz Derman beni etkileyemezdi. Gözlerimi yaşartamazdı. Artık benim için basit bir patrondu, hatta o kadarı bile değildi. Herkes gibiydi, herkes kadar uzaktı.
"Hoş geldiniz Oğuz Bey." derken sesimin tonu resmiydi, memnun oldum. "Sizi bu saatte burada göreceğimizi düşünmemiştim."
Oğuz hafifçe gülümsedi, gözlerine ulaşmayan, maskeden ibaret bir gülümsemeydi.
"Bir iş için geldim." dedikten sonra sanki yeni fark etmiş gibi çevresindeki aşçılarda gezdirdi gözlerini. "İyi çalışmalar." diyerek selamladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BOL KÖPÜKLÜ
General Fiction[Aşkın Tatları Serisi - 3] Hikayemizi yıllar önce yazmaya başlamıştık, sadece farkında değildik. Aşk bizim için başta tuzlu kahve gibiydi. Ama bazı gerçekler her şeyi değiştirdi. Köpüksüz kahvesini içmeyen biri için kahvenin köpüğü haline geldi...