Drako, yatak odasının perdesini iki yanından tutarak sımsıkı kapattı. Güneş artık solmak üzere olsa bile, son ışıklarının karyolanın üzerine vurmasına izin veremezdi.
Başını hafifçe çevirip yatağın tam ortasında bir ölü gibi uzanan kadının yüzüne baktı. Karısının yüzüne... Caroline'ın yüzüne.
Soluk teni, biraz renklenmiş gibiydi; ama Drako, onun yanaklarında oynaşan pembeliğin az önce yaktığı mumların bir oyunu olduğunu biliyordu. Gerçekte, Caroline'ın teni de tıpkı o mumlar gibi bembeyazdı. Yanaklarına doğru inen koyu renk kirpikleri durumu daha da kötüleştiriyor, yüzünün ölü beyazlığını daha da çok vurguluyordu.
Onu izlerken, farkında olmadan, derin bir nefes aldı. Karısı sessiz bir uykudaydı. Hala!...
Birinin bu kadar sessiz ve bu kadar derin uyumasının kendine rahatsızlık vereceğine dünyada inanmazdı. Neden inanacaktı ki? Hali hazırda o şekilde bırakıp gittiği onlarca kadın olmuştu. Ayrılırken bazısına umursamaz bir bakış atmış, çok nadir de olsa bazısını da ya yanağından ya da omuz başından öpmüştü; ama çoğunu geri dönüp bakmadan terk edip gidivermişti.
Şimdi ise...
Şimdi...
Yataktaki kadının içine düştüğü uykudan bir an önce kurtulup ona geri dönmesini istiyordu.
Elini saçlarının arasından geçirirken, "Tanrı'm!" diye fısıldadı.
Caroline'ın o güzel, yeşil gözleriyle yeniden kendine bakmasını nasıl da istiyordu! Öfkeyle de olsa, hatta çoğunlukla olduğu gibi aşağılayıcı bir soğuklukla bile olsa yine de istiyordu.
Bir, iki adım atıp yatağın baş ucundaki koltuğa oturdu. O esnada gözleri, bir an olsun, karısının üzerinden ayrılmamıştı; çoğunlukla da inip kalkan göğüs kafesinden. Caroline'ın hem ruhuyla hem de bedeniyle hala orada olduğunun, hala nefes aldığının kanıtını görmek istemesi garip değildi.
Roberts'a göre ortada endişelenecek bir durum yoktu; ama o ne anlardı? Ayrılırken sapasağlam bıraktığı birinin, üzerinden daha yarım saat bile geçmemişken, yerle bir olduğunu gören Roberts değildi ki!
Caroline, o günkü alışverişi sırasında aldığı şapkayı arabada unutmuş olmasa; Drako da üç gündür karısının tüm o soğuk davranışlarından sadistçe bir zevk almıyor olsa, muhtemelen, o da tıpkı Roberts gibi Caroline'ın harap olmuş haline şahit olamayacaktı.
Arabanın zemininde yuvarlak şapka çantasını gördükten sonra, Peder'e Hall Evi'ne dönmelerini emretmesinin ardında tek bir niyeti vardı Drako'nun: Bildiği tüm flört numaralarını denemesine rağmen bir türlü yumuşatamadığı karısını daha da sinir etmek! O gün için başından savdığına inandığı kocasını bir kez daha karşısında bulduğunda, Caroline'ın yüzünün alacağı şekli görmek inanılmaz keyifli olacaktı.
Oysa birkaç saat önce görülmesi gereken yüz Caroline'ın yüzü değildi, Drako'nun yüzüydü. Her ne kadar karşısında o esnada bir ayna olmasa da suratında hiç renk kalmadığından adı kadar emindi; çünkü kalbi, bütün kanı zerrelerinden çekip almışçasına dolu dolu atıyordu. Ama hemen öncesinde, yani Caroline'ı Elizabeth'in omzunun üstünden görüp de bir an için onun öldüğünü düşündüğünde; Drako'nun kalbi... Durmuştu, tıpkı Caroline'ınkinin durduğuna inandığı gibi.
"Tanrı'm!" diye mırıldandı bir kez daha. Bu kez sesinde, o anda yaşadığı dehşetin izleri vardı.
Neden Caroline'ın öldüğünü düşündüğünü hiç bilmiyordu; ama ölmediğini anlaması için yanına yaklaşması gerekmişti; tam dibinde, dizlerinin üzerine çökmesi ve karısının derin derin solumak için verdiği aranın ardından salıverdiği hıçkırığını duyması.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KADER BAĞLAYINCA
Historical FictionDrako Stone... Londra'daki çoğu kadın onu anlatmak için sadece "Stone" (taş) derdi. Ve bu; başkalarının, iyi ya da kötü, hakkında ne düşündüğünü zerre kadar umursamayan Drako'yu hiç gururlandırmazdı. Her türlü sorumluluktan uzak yaşayan bu adamın ha...