Kış geliyordu. Aklı erdiğinden beri henüz iki kış görmüş bir çocuk bile her gün bir öncekine göre daha erken kararan havanın kasvetine baktığında, kimi zaman şiddetli esen rüzgara sırtını dönerek hırkasının sıcaklığına sığındığında ya da artık ara vermek istemezcesine yağan yağmur yüzünden oynamak için dışarı çıkamadığında rahatlıkla kışın yaklaştığını, hem de çok yaklaştığını söyleyebilirdi.
Aslında takvime göre kış gelmiş sayılırdı. Yine de aralık, İngiltere için esaslı soğukların başladığı ocak ve şubata göre daha yumuşak, daha sonbahardan bir ay sayılabilirdi; fakat her koşulda kıştan izler taşıdığını da unutmadan dikkatli olmak gerekirdi. Eğer dikkatli olunmaz ve ısı iyi ayarlanmazsa, kimi geceler sıfırı yakalayan soğuğun karşısında dayanamayacak çok çiçek vardı. Hele de Hindistan gibi çok farklı iklimden gelenlerin varlıklarını sürdürmesi hiç mümkün olmazdı. Normalde de onlara diğerlerinden daha fazla özen gösterilmesi gerekirdi; ama bu mevsimde yeni doğmuş bir bebeğe yaraşacak kadar üstlerine titrendiğinde sararıp solmalarının, hatta ölmelerinin önüne geçilebilirdi.
Caroline da bunu yapmaya çalışıyordu. Kızlarının uyuduğu her vakti fırsat bilerek soluğu serada alıyor; bütün çiçekleri tek tek dolaşıyor; kimine su verirken, kiminin de sararmış yapraklarını nazikçe koparıyordu. Tüm bunları yaparken de, geçmişte olduğu gibi, onlarla konuşuyor; dokunduğu için küsmeyecek olanların da yapraklarını okşuyordu.
Başka biri, hatta onu çok iyi tanımayan biri bile, görse; tavırlarındaki doğallıktan etkilenir, istemeden de olsa ona hayranlıkla bakmaktan kendini alamazdı.
Yıllardır çiçeklere, doğaya olan sevgisi Caroline'ın tabiatının ayrılmaz bir parçası olmuştu. Belki son bir yıl için aynı şeyleri söylemek pek mümkün olmazdı. Beklenmedik hamileliği, sarsıcı evliliği ve sevimli kızları Caroline'ı çiçeklerinden büyük ölçüde uzaklaştırmıştı; ama hiçbir zaman onlara olan sevgisini öldürmemişti. Caroline onlarla huzur buluyordu, onlarda huzur buluyordu.
Kabul etmesi zor olsa da huzura en çok ihtiyaç duyduğu zamanlardan birini yaşıyordu. Hayatının en mutlu günlerinden sonra şimdi bu kadar huzura ihtiyaç duymasını kabullenmek gerçekten güçtü. Ama gerçek, gerçekti. Bir hafta önce, hatta beş gece önce dünya ne kadar aydınlıksa; son günlerde de o kadar karanlıktı ve puslu ve çok, çok kasvetliydi.
Caroline, eğer kendini bir şeylerle meşgul etmezse; o kasvetin içine dalıyor, içini kaplayan yoğun umutsuzluk boğulacakmış gibi hissetmesine neden oluyordu.
Drako'yu suçluyordu. Kendini suçluyordu. Bazen de herkesi suçluyordu. Ve böyle yapmanın kendini küçük bir çocuktan sadece bir adım öteye koyduğunu çok iyi biliyordu.
Düşünceleri, şimdi olduğu gibi, karamsarlaşmaya doğru meylettiğinde her zaman yaptığı gibi derin bir nefes aldı ve o nefesi sesli bir biçimde geri verdi. Sonra da tam önünde durduğu akşamsefasının yaprağını okşayarak, "Bunları düşünmeyecektim, değil mi tatlım?" diye sordu. "Böyle düşünmek bize hiç iyi gelmiyor."
Bu çiçeği okyanusun diğer tarafından Lord Kirby onun için getirtmişti. Caroline'ın çiçeklere olan düşkünlüğü ne Lord Kirby ne de bir başkası için sır değildi; ama böylesi bir jest... Gerçekten olağanüstüydü! Yine de Caroline adamın yüzüne karşı memnuniyetini ufak bir tebessüm ve birkaç kibar teşekkür cümlesiyle ortaya koymuştu; çünkü onun ümitlenmesini istememişti. Ümitlendirmek isteyecek kadar hoşlandığı bir erkekse, hiç olmamıştı.
Aşık olmadan evlenmeme kararını o kadar erken yaşta almıştı ki her nazlı bakışının, her dudak büküşünün, her gülüşünün karşısındakine cesaret vereceğini düşünerek kendini hep denetim altında tutmuştu. Kimseye haksızlık etmek istememişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KADER BAĞLAYINCA
Historical FictionDrako Stone... Londra'daki çoğu kadın onu anlatmak için sadece "Stone" (taş) derdi. Ve bu; başkalarının, iyi ya da kötü, hakkında ne düşündüğünü zerre kadar umursamayan Drako'yu hiç gururlandırmazdı. Her türlü sorumluluktan uzak yaşayan bu adamın ha...