Elizabeth, kucağındaki bebeğin yanağını okşayarak, "Merak etme tatlım!" dedi şefkatle. "Birazdan sıra sana da gelecek."
Sesi, bu minik varlığa duyduğu sevgiyle yumuşamıştı.
Bebek, uykuyla uyanıklık arası bir yerde, birkaç kez ağzını bir balık gibi açıp kapattı; dudaklarının arasından dilini çıkardı ve aynı anda, nasıl olduysa, yüzünü buruşturmayı da başardı.
Elizabeth, onun değişken hallerine gülerek, "Ama lütfen!..." diye sitem etti. "Banyo, biz leydiler için hayatın vazgeçilmezlerinden biridir."
Adaşı; yüzünü her zamankinden de daha çok buruşturarak ağlamaya başlayınca, "Tamam, tamam!" diye aceleyle ekledi. "Belki de o kadar vazgeçilmez değildir!"
Dadı, Victoria'yı hizmetçi kızlardan biri yardımıyla yıkarken, Elizabeth de diğer ikizi oyalama görevini üstlenmişti; ama doğrusu, bu görevin kendini bu kadar zorlayacağını hiç tahmin edememişti.
Bebekleri severdi, üstelik onlarla vakit geçirmek yabancısı olduğu bir şey değildi. Ne de olsa yetişkin sayılabilecek çağa yaklaştığında, iki kardeşi olmuştu. Ve Nate ve Hugo'yla baş başa kalmak, Elizabeth için her zaman keyifli olmuştu. Fakat...
Fakat, bugün bebek bakımında, daha önce hiç bilmediği bir şeyi tecrübe ediyordu: Uykusu gelmiş bir bebeği uyutmamaya çalışıyordu. Ve anlamıştı ki bu, tüm ihtiyaçları karşılanmış bir bebeği oyalamaktan oldukça farklıydı: Çok daha çaba gerektiriyordu.
Aslında Elizabeth; onu zorla uyanık tutmaya çalışarak, bebeğe işkence ettiklerini düşünüyordu. Ne var ki dadı ve daha da önemlisi büyük kontese göre banyodan önce bebeğin uyanık olması bir gereklilikti.
"Bebekler banyodan sonra uyumalılar, önce değil!"
Bu, hayatında duyduğu en saçma cümle olabilirdi ve ne yazık ki sahibi, sevgili kayınvalidesiydi. Ve Elizabeth, sırf o üzülmesin diye bütün itirazlarını içinde tutmayı başarmış, hatta, minik Elizabeth'i zorla uyanık tutma görevine talip olmuştu. Zavallı yavrucak ancak gezdirilirse, susuyor; diğer türlü sürekli ağlıyordu. Tıpkı şimdi olduğu gibi.
Elizabeth, onun sırtını sıvazlarken, "Şşş..." dedi ve hemen ayağa kalkıp kapıya yöneldi. Fakat bu kez bebeğin ağlaması ayağa kalkmasına, hatta yürümeye başlamasına rağmen kesilmemişti.
Ne yapacağını şaşıran Elizabeth, içgüdüsel olarak merdivenlere yöneldi. Dominic mutlaka bir çözüm bulurdu; bulamasa bile, en azından onun güçlü varlığının yanında olduğunu ve her zaman da olacağını hissetmek, Elizabeth'in kendini daha dayanıklı hissetmesine neden olurdu.
Evlilikleri, yedinci ayını doldurmuştu. Ve aslında yedi ay, bir evlilik için hiçbir şeydi. Buna rağmen, öncesinde, Dominic olmadan hayatın nasıl olduğunu hatırlamıyordu. O olmadan, kendini nasıl mutlu hissettiğini ise, hiç anlamıyordu. Sanki siyah-beyaz bir dünyadan rengarenk başka bir dünyaya geçiş yapmış gibiydi. Etrafındaki her şey, daha güzel; herkes daha hayat dolu gibiydi.
"aşk" diye düşündü. Aşk, onun dünyaya bakışını değiştirmişti. Çünkü bu evde aşk yaşıyordu, yaşanıyordu. Elizabeth, onu beslemek için elinden geleni yapıyordu. Kocasına ufak sürprizler yapıyor, beklenmedik anlarda onunla baş başa kalmanın yollarını arıyordu. Ama kocası her zaman ondan bir adım önde oluyordu.
Dominic Hall, evliliklerinin sabahında karısına duyduğu aşkın ne kadar büyük olduğunu ve bunu ancak yeni anladığını itiraf ettikten sonra; sanki ispata gerek varmış gibi Elizabeth'in üzerine titremişti. Elizabeth'in ağzından çıkan her söz, sanki kutsal bir emir gibi onun tarafından yerine getirilmişti ve Elizabeth'in ihtiyaçları, henüz kendi bile farkına varmadan, giderilmişti. Sanki Dominic, varlığını Elizabeth'in mutluluğuna adamış gibiydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KADER BAĞLAYINCA
Historical FictionDrako Stone... Londra'daki çoğu kadın onu anlatmak için sadece "Stone" (taş) derdi. Ve bu; başkalarının, iyi ya da kötü, hakkında ne düşündüğünü zerre kadar umursamayan Drako'yu hiç gururlandırmazdı. Her türlü sorumluluktan uzak yaşayan bu adamın ha...