Drako, bastonuyla arabanın tavanına vurdu. Açıkçası bunun bir işe yarayacağını hiç sanmıyordu.
On dakikadır bir keşmekeşin içinde sıkışıp kalmışlardı ve sorunun ne olduğunu bile bilmiyordu. Gerçi Peder, kısa bir bilgilendirme yapıp, bir adamın caddenin ortasında yattığını söylemişti; ama sebebinin ne olduğunu söylememişti; çünkü o da sebebin ne olduğunu bilmiyordu. Muhtemelen adam ölmüştü.
Öldüyse de kaldıysa da oradan kaldırılması on dakikadan fazla sürmemeliydi. Oysa Drako, yarım saattir arabanın içine hapsolmuştu.
Dışarıda büyük bir kalabalık toplanmıştı, hem de büyük bir kalabalık. Bir kısmı olayın ne olduğunu anlamaya çalışırken, geri kalanı Stoneville Dükalığının armasını taşıyan arabayı fark etmiş ve garip bir merakla içinde dükün olup olmadığını anlamak için çevresini sarmıştı.
Neyse ki çok geçmeden ortaya çıkan kolluk güçleriyle konuşan Peder, güvenliği sağlamakta gecikmemişti. Diğer türlü Drako, kendini sergilenmek için kafese alınmış bir sirk hayvanı kadar çaresiz hissetmeye başlayabilirdi.
Arabanın deri koltuğuna yasladığı başını olabildiğince geri attı. İnsanların bir uğultu biçiminde içeri dolan seslerinden bir an önce kurtulmayı diliyordu.
Dışarıdaki topluluk o kadar çok gürültü yapıyordu ki ne dedikleri bile anlaşılmıyor, sözcükler arada boğulup gidiyordu. Yine de bazen şaşkın bir kadın sesi, diğerlerinden ayırt edilebiliyordu.
Erkeklere gelince... Onların sesleri bağırmakla böğürmek arasında bir yerdeydi. Ve yetmezmiş gibi bunlara susmak nedir bilmeyen bir bebek ağlayışı eşlik ediyordu. Drako, en çok da onun sesinden rahatsız oluyor, başını dışarı uzatıp bağırmak ve herkesi, ama özellikle de o bebeği susturmak istiyordu.
"Tanrım! Kurtar beni!" diye yalvardı. "Bebek ağlamasından nefret ediyorum!"
Dudaklarının gerilmesine neden olan homurtusu, bir an sonra yerini tuhaf bir gülümseyişe bıraktı. Dışarıdan bakan biri; adamdaki anlık değişimi fark ettiğinde, muhtemelen, onun akli melekeleriyle ilgili kuşkuya düşerdi.
Oysa Drako; bebek ağlamasından nefret ettiğini söylemesinin hemen ardından bir bile değil, iki tane bebeğin yanına gidiyor oluşunu düşünerek gülümsemişti. Hatta onlara kavuşma arzusunun güçlülüğü karşısında, kahkaha bile atmıştı.
Drako, hiçbir zaman hayatını zorlaştıracak şeylere bulaşmamıştı. Hatta onlardan uzak durmuştu. Ona göre, her aklı başında adam da böyle yapmalıydı. Ne de olsa yaşanacak zaman kısıtlı, elden ayaktan düşmeden yaşanacak zamansa daha da kısıtlıydı. O zaman, hayatın tadına varmayı ertelemek manasızdı ve bu yolda önüne çıkabilecek engellerden uzak durmak bir gereklilikti.
Drako, hayatın tatsız gerçeklerinden kaçmanın düşündüğü kadar kolay olmayacağını elbette biliyordu; ama... Başarmıştı! Her zaman hayatın tadını çıkarmış, bu yolda ona engel olabilecek her şeyden uzak durmuştu.
Bir ev edindiğinde, ki o da biraz mahremiyet içindi, Stoneville dükalığının kaçıncı sıradaki varisi olduğunu bile bilmiyordu. Umursamıyordu da! Neden umursayacaktı ki? O haliyle hesap vermesi gereken hiç kimse yoktu. Sadece, arada bir, annesinin ve Sebastian'ın kaş çatmalarına maruz kalıyordu o kadar!
Annesinin gönlünü alması hiçbir zaman zor olmuyordu. Kuzenine gelince... O da Drako'yu olduğu gibi kabul etmişti. Bunda herhangi bir gariplik yoktu; çünkü Drako da onu olduğu gibi kabul etmişti. İki adamın farklılıkları uzlaşmayı değil, kabullenmeyi gerektirecek kadar fazlaydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KADER BAĞLAYINCA
Historical FictionDrako Stone... Londra'daki çoğu kadın onu anlatmak için sadece "Stone" (taş) derdi. Ve bu; başkalarının, iyi ya da kötü, hakkında ne düşündüğünü zerre kadar umursamayan Drako'yu hiç gururlandırmazdı. Her türlü sorumluluktan uzak yaşayan bu adamın ha...