LMH Shopping Center, Güney Kore~Bazen... Çok sık olmamakla birlikte, bazen kendimden nefret ediyordum. Çünkü öyle zamanlarda gerçekten toparlanamayacak hale gelmiş oluyordum. Bitmiş, yok olmuş... Kendime verdiğim sözleri tutamamaktan nefret ediyordum en çok da.
Annemi kaybettiğim gün bir saatliğine eve uğradığım için senelerce sırtıma binecek bir nefret yeşermişti içimde kendime karşı. Onu bırakıp gitmesem yaşayabilecekmiş gibi... Biliyordum elbette imkanı yoktu fakat içimde bir yan asla buna inanmıyordu.
Yıllar boyu kendi içimde bir savaş verip bu nefreti dizginlemiştim. İçim dışım yaralarla kaplansa dahi onu durdurup bir şekilde yoluma devam etmiştim. Ve diyordum ki kendi kendime "bir daha düşmeyeceksin". Fakat o gün asansörden terden sırılsıklam bir şekilde çıktığımda bilincim gitmiş, elim ayağım tutmazken kendimi sertçe düşmüş hissediyordum. Yine kendime verdiğim sözlerden birini tutamayışıma mı üzülsem, yoksa kanayan avuç içlerimin acısına mı bilemiyordum.
Ellerimin çok titrediğini anımsıyordum. Elimde olmadan birkaç kez geriye bakıp onunla ve Daniel'le ilgilenen insanlara göz attığımı...
Adımlarım fazla sarhoştu. Halbuki asansörde kalmak beni etkilememişti. Tek bildiğim Mark'ın iki nefes uzaktaki kiraz dudaklarıydı. Oysa tüm kusurlarımla ona bu kadar yakın olmam imkansızdı şimdiye dek. Neler olduğunu anlayamıyordum. Buna sadece kader diyebilirdim belki de.
Koridorun sonuna yaklaşmıştım ki arkamdan ismim seslenildiğinde durmak zorunda kaldım. O an hislerimin yoğunluğundan gözlerim kararır gibi oluyordu.
"Donghyuck! Bekle!"
Yavaşça arkamı dönüp meraklı gözleriyle bana bakan ufak çocuğa zorlukla tebessüm ettim. Yüzümde nasıl bir ifade varsa öyle hissettiğimi sanacaklardı sonuçta değil mi?
"Nereye gidiyordun? Hoşçakal demeyecek misin bana?"
Nefes nefese kalmıştı. Arkasında bekleyen zarif bayanla gözlerim kesiştiğinde hafif öne eğilip selam verdim. Elimde tuttuğum montum ve çantamla oldukça dağınık gözüktüğümü biliyordum kesinlikle. Fakat benim hakkında beni tanıyan herkesin bildiği bir özelliğim varsa, o da her zaman darmadağınık halde oraya buraya koşuşturduğumdu.
"Şey... Özür dilerim. Sadece annenin yanına gittiğin için rahatsız etmek istemedim."
Kocaman bir gülücük oturdu dudaklarına. Annesi olduğunu sandığım kadın ikimizin yanına yaklaştığında gergin hissediyordum. Mark'ın teyzesiyle konuşacak olma fikri bile oldukça yabancıydı çünkü ben daha Mark'la adam akıllı konuşamamıştım ki...
Yine de heyecanlanmıyor değildim. Onun hakkında öğrendiğim her şeyi seviyordum."Oğluma yardım ettiğiniz için teşekkür ederim."
"Hayır anne Mark Hyung'a da etti!"
"Pekala... Oğluma ve yeğenime yardım ettiğiniz için teşekkür ederim."
Konuşma beni zaten içinde bulunduğum durum zor değilmiş gibi daha da geriyordu. Sadece gitsem olmaz mıydı?
"B-ben... Yani önemli değil. Sonuçta kim olsa bunu yapardı."
Elim ayağım birbirine girmişti. Çantamı sırtıma takıp gitmek istediğimin sinyallerini verdim. En azından öyle olmasını umdum.
"Bizimle hamburger yemek ister misin diye sormak istemiştim. Lütfen sen de gel! Mark Hyung da gelecek hem... Onunla arkadaşsan benimle de ol!"
Ve Tanrı Lee Donghyuck'un bugünkü sınavını başlatır.
Tekrardan gaipten sesler duymaya başladığıma göre kesin berbat ilerleyecekti her şey. Jeno'nun sesinin kulağımda çınlamasının başka bir açıklaması olamazdı ki zaten!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Finally//Beautiful Stranger • markhyuck
Teen Fiction//markhyuck// ... Birkaç kez sertçe yutkunup ilk kez dolan gözlerini gizlemeden gözlerime baktı. Yağan yağmur muydu bütün bedenimi üşüten, yoksa onu bu denli güçsüz görüşüm müydü bilmiyordum. " Değişimden korktuğumu biliyorsun, belki de bu yüzden he...