~Sınav Günü~
Mükemmel diyebileceğim kadar olmasa da iyiydi. En azından türkçede sadece iki boşum vardı. Matematik yine ebesinin örekesi gibi...
Her şeyi bir kenara ittim. Bunları düşünmeyecektim. İşte, bu lanet sınav da bitmişti. Şimdi tek yapmam gereken önüme bakıp doğru kararlar vermekti.
Cemre ile akşam konuşacaktım, o farklı okulda sınava girmişti. Yanımdaysa Merih vardı. Sınavdan çıktığım anda ayak üstü minik bir değerlendirme yapıp hemen bu sınav şeysini düşünmeyi bıraktık. Düşünmenin manası yoktu.
Şimdiyse ışıklı parkta yani benim deyimimle 'yerde yazıları olan park'ta sessiz sessiz oturuyorduk. Hiçbir şey yapmadan, öylece oturuyorduk. İçimi kemiren bir sürü soru vardı ve ben bunları hem gün yüzüne çıkarmak hem de içime gömmeye devam etmek istiyordum. İçimi kemiren soruları sadece günlüğüm biliyordu. Bazı şeyleri kendime itiraf edemezken veya gerçeklerle bilinçli olarak yüzleşmiyorken yüzüme tokat gibi çarpan en büyük gerçekti günlüğüm.
Çimenleri yolmayı bırakıp ağzımın içinde geveledim.
"Çiçeğim, ne düşünüyorsun?" Sesimi ben bile zor duymuştum. Merih ise hiç tepki vermemişti, bacaklarını kendine doğru çekip kollarını dayamıştı ve başını da kollarına dayamıştı. Eğilerek altta kalan boşluktan yüzüne baktım. Kaşları çatık, gözleri kıpkırmızıydı. Ve bomboş bakıyordu. Belki dikkatini dağıtırım diye şirince sırıtıp, dil çıkarıp gözlerimi şaşı yapmak gibi saçma sapan hareketlerime karşılık sadece bir kez gözlerini kırptı.Doğrulup kolumu omzuna attım ve ona daha çok sokulup onu da doğrultmaya çalıştım.
"Çiçeğim, iyi misin?" Ses çıkarmadı.
"Yoksa matematikten dört soru işaretledim diye mi böylesin?" Yine ses yok... Peki, şaka sırasını atlattık. Şimdi ciddiyet sırası.
"Merih'im, iyi değilsin. Ne olduğunu söyler misin?" Şaşırtıcı(!) bir şekilde yine tepki vermedi. Bu sefer elimi yanağına götürdüm. Resmen ateş saçıyordu. Hızla yanağındaki elimi alnına götürdüm. Cayır cayır suratı yanıyordu resmen.
"Merih, ateşin var." Suratını yoklayan elimi tuttu, elleriyse buz gibiydi. Kesinlikle hastaneye gitmeliydik.
"Merih, kalk hastaneye gitmeliyiz." Ayaklanıp kolundan tuttum ve kaldırmaya çalıştım. Kolu ise normal vücut sıcaklığındaydı.
"Alenim, bir şeyim yok." Diye sessizce söylendi.
"Ne demek yok? Vücudunda dört mevsimi de taşıyorsun bir tarafın yanarken diğer tarafın buz gibi, n'olur gidelim. Kalkar mısın lütfen?" Kafasını kaldırıp kızarmış gözleri ve çatık kaşlarıyla bana baktı. Dürüst olmak gerekirse, biraz ürkütücüydü.
"Yok dedim işte. Güneştendir. Boş ver, gel otur." Hava bulutluydu, ve güneşten miydi? Buna inanmamı beklememeliydi. Oturmak yerine dizlerimi kırıp yere çömdüm.
"Sevgilim, lütfen... en azınd-"
"Bir şey yok dediysem yok Alen! Laftan anlamaz mısın kızım sen!" Aniden sesini yükseltmesini kesinlikle beklemediğimden çömdüğüm için de popomun üstüne düştüm. Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı.
"Merih... ben sad-"
"Ne sadece? Meraklanıyorsun tamam, soruyorsun tamam, ama 'yok' diyorum. 'Bir şey olmadı' diyorum hâlâ sorup duruyorsun. Israr ederek bir şeyleri öğrenip çözemezsin. Anlayışlı olmayı öğren." Şaşkınlıkla, tam anlamıyla ağzım açık ona bakıyordum. İlk defa bana karşı bu denli soğuk ve ciddiydi. Ne diyeceğimi bilemeyerek bakışlarımı ondan kaçırdım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ç.I.Ç.E.K | Yarı Texting
JugendliteraturGöz devirip günlüğümü elime aldım ve tekrar çalan şarkıyı açtım, yazmaya başladım. "Selam Yapraaaam; Okulda sarı kafalı bir herif var. Adı lazım değil baş harfi babam:)" . "Neden çiçek?" Aslında yerinde bir soruydu. Cevap vermeliydim. Kelimeleri zih...