Kamp alanına doğru dönerken, harika bir evin önünden geçiyorduk. Evin her yeri ahşapla kaplıydı. Küçücük sevimli bir yapısı vardı. Verandanın yanlarındaki pembe begonviller, eve harika bir hava katmıştı. İnsanın yaşamayı isteyeceği, doğanın içinde, harika manzaraya sahip bir evdi.
"Tuğba ev çok güzel değil mi? Bakınca insanın içi açılıyor."
Tuğba'nın da sesi etkilenmiş çıkıyordu.
"Evet gerçekten harika görünüyor. Evin sıcaklığı insana geçiyor. Böyle bir evde yaşamak ister misin?"
Böyle evleri çok sevdiğim halde ormanın içinde tek başıma kalma hissi, çokta hoşuma gitmiyordu. Bu evde yaşamak için yanımda ailemin olması şarttı. Eğer tek başıma isem, bu ev benim için korkutucu bile olabilirdi.
"Tek başıma asla yaşamak istemeyeceğim bir yer. Düşüncesi bile ürkütüyor. Düşünsene hırsızı, arsızı geliyormuş. Senden kimsenin haberi olmaz. Iyy düşünmek bile istemiyorum... Büyük ailemle ise, bu evin kapısından girmek imkansız. Kısacası Akmanlar için burası oyuncak ev gibi kalır. "
Tuğba bileğindeki tokasını çıkardı ve sıcaktan ensesini yakan saçlarını toplayıp, at kuyruğu yaptı. İki elini arkaya getirip, ağaca sırtını yaslarken, meraklı sesiyle sordu.
"Peki minik ailenle?"
Yanına doğru giderken, hiç düşünmeden cevap verdim.
"Eşimin kim olacağına bağlı. Onun yanında kendimi güvende hisseder isem, gözüm kapalı kalırım. Şey sanırım ancak tek gözümü kapatabilirim."
Tuğba ona sarılmam için elini kaldırdı. Yanına gidip sarılırken, alayla karışık konuşmaya başladı.
"Gel buraya korkak. Normalde konuşmalarını duyan, bu kız korkusuz der ama sen gerçekte çok farklısın."
Tuğba ile hem yürüyüp, hem muhabbet etmeye devam ediyorduk. Onunla karakterlerimiz çok farklı olduğu halde, birbirimizi tamamlıyorduk. O çok iyi bir dinleyici, dost hatta kardeş gibiydi bana, bazen bu saydıklarımın çok daha fazlası.
"Trabzon'daki ev çok kalabalık değil mi Beyza? Nasıl geçiyor orda zaman? "
Yüzümü sıcak bir tebessüm kapladı. Trabzon kendim olabildiğim gerçek yuvamdı. Orada zaman akar, hiçbir olaya yetişemez, sürekli bir olayın içinde kaybolurdum. Zaman zaman kuzen kavgaları, ağabey kıskançlıkları, yengelerimin beni hanım hanımcık kız yapma çabaları da buna eşlik ederdi.
Trabzon demek, imkanlarımız olduğu halde aslımızı unutmamaktı. Belirlediğimiz bir fındıklığı, her sene Akmanlar olarak birlikte toplar, geldiğimiz yeri, insanların yaşadığı zorlukları, sadece fındık hasatıyla evini geçindirenlerin nasıl zorluklardan geçtiğini göz önünde bulundururduk. Bazen acil iş toplantısı olsa dahi, soluk fındıklıkta alınırdı. Yorucu olsada birbirine bağlılığımız için paha biçilemezdi.
Gözlerimi kapattığımda, kendimi fındık çuvalının altında ezilirken buluyordum. Yengelerimin attığı fırçalar kulağımda yankılanıyor, peşine Yavuz Selim'in cevabını duyuyordum.
"Ne işin var senin çuval taşımakla, az hanım hanımcık ol! Bırak, uşaklar taşır!"
"Benim beyaz çikolatamı, kendinize benzetmeyin. O sert görünüp, ona bakan erkeklerin bakışlarını kesmek zorunda."
Ah Yavuz Selim mavi gökyüzüm, ilk fındık çuvalını sırtıma tutuştururken, yere düşürmüştüm. İki eliyle omuzlarımdan tutup, 'Erkekler güçlü kızları sevmezler, onlara güçlü olduğunu göster ki kimse sana bakmaya cesaret edemesin. Sen sadece benim beyaz çikolatam olarak kalacaksın tamam mı?' diye gaz vermiş, bende düşüp kalksam da pes etmemiştim. Tabii ben sadece onun beyaz çikolatası olurken, o maviş gözleriyle herkesin gökyüzü oluyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HANİFTAM (Dağ Çileğim)
Teen Fiction"Seni öldürürüm Demir! Öldürürüm!" "Tabii ki öldürürsün ama sen beni öldürmek yerine, ailene umut olacaksın ve benimle evleneceksin. " Mideme kramplar giriyor, bildiğin kıvranıyordum. Nefesimi yettiremediğim için bir elimle kapıdan destek alırken...