Bu bölümde ciddi anlamda bir aydınlanma yaşayacağınızın teminatını verebilirim. Söylemeden geçemeyeceğim, en uzun bölümlerimden birini yazdım. Multimedia'da Pelin var. İyi okumalar, vote ve yorum eksik etmeyin! =)
Turist kafilesi geldiğinde çoktan Batuhan’ı enkaz halinde bırakarak dışarı çıkmıştım. Benden böyle bir hareket beklemediği fazlasıyla belliydi ama düşününce beni anlayacağına emindim. Ortalık durulduğuna göre daha fazla kendimizi kasmaya gerek yoktu. Hem bütün bunlar beni fazlasıyla yıpratmıştı. Aklım İzmir’deyken daha fazla rol yapacak gücüm yoktu. Yoğunlaşmam gereken daha önemli şeyler vardı.
Grubun otobüsten inmesiyle gözlerim irileşti. Basket takımı kendisini fazlasıyla belli ediyordu, hepsi fazlasıyla boylu ve yapılıydı. Bir de bizim takımı düşünüp alaycı bir şekilde gülümsedim. Gerçekten komikti.
Otobüs neredeyse boşaldığında birkaç kişi gibi ben de grubun yanına doğru yürümeye başladım. Tanrım, fazla uzundular sanki. Biraz daha yaklaşınca fazlasıyla çekici olduklarını fark ettim.
Eğer babam da böyleyse annemin pek suçu yokmuş diye içimden geçirirken hafifçe gülümsedim. Bu konuyu dalgaya alabildiğime göre sanırım bir şeyleri aşmaya başlamıştım, kendi içimde.
Kafiledekiler beni fark ettiklerinde yüzlerine dostça bir gülümseme yerleştirdiler. Çekici oldukları kadar sıcaklardı da. Keyfimi kaçıran konuları rafa kaldırarak en samimi gülümsememle karşılık verdim. Sıra babamla tanışmanın hayallerini kurarak öğrendiğim Almancadaydı.
“Okulumuza hoş geldiniz” dediğimde dillerini bilmem daha samimi bir ortam yaratmıştı sanki. Gülümseyerek teşekkür ettiler. Onlarla ilgileneceğimi ve planlarımızı yavaştan anlatmaya başladığımdaysa Bulut’un sesiyle yarım kaldım. Tabi ya, o da bu grupla ilgilenecekti.
Beklediğimden daha akıcı bir İngilizceyle kafileyi selamladıktan sonra kendini tanıttı ve basket takımından olduğunu söyledi. Yüzündeki ciddi ifade bir an olsun kaybolmazken kafamda onun için meslek testi yapıyordum. Çok iyi muhabir ya da sunucu olabilirdi. İşi iyi biliyordu gerçekten.
Saçmaladığımı fark ettiğimde anlatacaklarını bitirmiş, kibar bir el hareketiyle grubu içeri davet etmişti. Ukala. Yine beni yok sayıyordu işte.
Aldırmıyormuş numarası yaparak ben de grupla birlikte içeri geçtim. Bu kadar didinmiştim, bu noktadan sonra ona yenilemezdim.
Kapıdan girerken kafileden bir çocuk benimle konuşmaya başladı. Adı Audrick’ti ve muhabbeti da bayağı iyiydi. Rehberlik işinin korktuğum kadar kötü olmadığını fark edip derin bir nefes aldım. Biraz olumlu düşünmekte yarar vardı.
Yanımıza gruptan Gilbert isimli başka biri daha geldiğinde onlar için hazırlanan açık büfeye çoktan gelmiştik. Tabaklarına yiyecek bir şeyler doldururken beni soru yağmuruna tutuyorlardı. Mümkün olduğunca çok gülümseyerek hepsini cevaplamaya çalıştım.
Almancayı nasıl öğrendiğimi sorduklarında içimden ‘yine başlıyoruz’ dedim. Kısaca başka bir şehirde yaşadığımı ve babamın Alman olduğunu söyledim. Muhtemelen şimdiye kadar herkese yayılmıştı zaten, onlar bilse bir şey değişmezdi.
Söylediklerimi şaşkınlıkla dinledikten sonra Audrick tek eliyle saçlarımı dağıttı.
“Sende Alman sarışınlığı var zaten”
Haklıydı, fazla Türk’e benzemediğimin herkes gibi ben de farkındaydım.
“Biliyorum” dediğimde soru yağmuruna devam ettiler. Hiç Almanya’ya gittim mi, gitmek istiyor muyum. Yemeklerini bitirdiklerinde en sevdiğim rengi bile sormuşlardı. Hayatımda ilk kez yemek yerken bu kadar çok konuşan insanlar görüyordum, şaşkınlığım bir yana cevap vermekten tükenmiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mum Işığı 1 : İstanbul
Teen FictionPelin İzmir'de yaşayan yarı Alman yarı Türk bir kızdır. Dedesiyle büyümüş, ne intihar eden annesini ne de Alman babasını tanıyabilmiştir. Bir gün başarısının fark edilmesiyle İstanbul'daki saygın liselerden birinden burs kazanır ve hayatı değişir. K...