"Bugün çok yağmur yağdı." Diyordu Namjoon. Kafede oturmaktan sıkılmış, Yoongi'nin mağazasına gelmişti. Zemin kattaki ofiste, cama bakacak şekilde oturmuş, dışarıyı izliyordu."Pisliğimizi temizlemiyor ama." Diye mırıldandı Yoongi. Önündeki kağıtları incelemeyi bırakmış ve arkadaşına dönmüştü. "Şehri yakmalıyız. Ancak o zaman arınırız."
"Eskiden dindar değildin." Namjoon dalga geçmeye çalışmıştı ama sesi istediği kadar keyifli çıkmamıştı.
"Hala değilim." Diyerek reddetti adam. Alayla gülümsedi. "Tanrı için değil, kendimiz için yapmalıyız."
Bir süre sustular. Arkadaşlıkları hep sessizliğin üzerine kurulu olmuştu. Gözleriyle anlaşırlardı, kelimelere ihtiyaç duymazlardı. Ne zaman ki Seokjin hayatlarına girmişti, işte o zaman yaşam dolu birinin ve neşeli bir sesin varlığını tatmışlardı.
Doğumları, Ilsan'ın en ucube sokaklarından birinde olmuştu. Kadınların hastane yüzü gördüğü çok nadirdi. Acuze, ebe kılıklı bir kadın, doğum için çağrıldığında, evlere gider, eğer bebek ölü doğarsa ailelerine çocuklarının şanslı olduklarını söylerdi. Yoongi ve Namjoon, o şanslı bebeklerden değildiler. Açlığın ve cehaletin ortasına peyda olmak, bir insana yazılabilecek en kötü kaderlerden biriydi. (y/n: tövbe de)
Musluklarından su akmazdı ve elektrik ancak zenginleri tanınan bir iltimastı. Bundan yirmi yıl önce, daha beş yaşlarındayken, birlikte yaptıkları ilk futbol maçından beri, buldukları her suyu birlikte içmiş, her lambaya birlikte hayranlıkla bakmışlardı. Mahallelerindeki küçük fırının önüne gidip yeni çıkan ekmeklerin kokusunu içlerine çekerken Yoongi Namjoon'a bakar ve "Bir gün istediğimiz kadar ekmek yiyeceğiz." Derdi. "Sana söz veriyorum. Evimizde su akacak. Her gün yıkanacağız."
"Işıklarımız da olacak mı?" Diye umutla sorardı Namjoon, yüzü kirden gözükmezken.
Yoongi ona gülümserdi. "En ışıklı evler bizim olacak, Joon."
Seokjin, küçük Jungkook'un elinden tutup yanlarına geldiğinde on iki yaşlarındaydılar. Başta Ilsan'ın varoş yollarında oynadıkları o saçma oyunlarına onları almamışlardı ama zamanla Namjoon, Seokjin'e kefil olmaya başlamıştı. Onu aralarına almıştı ve Jungkook'u korumuştu.
"Yoongi, Seokjin sıcak ekmeğe bayılıyor." Demişti bir gün. Bir tepeye çıkmış, üzerine sis çöken şehri izliyorlardı. "Ona alabilmeyi çok isterdim."
"Alamayız." Demişti Yoongi. "Ama çalabiliriz." Gülümsemişti.
Ve dediğini yapmışlardı. Gidip fırından sıcak bir ekmek çalmış, bunu yaparken de okkalı bir dayak yemişlerdi. Namjoon, yara bere içindeki yüzüyle Seokjin'e gülümseyerek ekmeği ona hediye ederken, Yoongi vücudundaki acıyı unutmuştu. Üçü de gülümsüyordu. Başta Yoongi, her ne kadar ağzı sulansa da, ekmekten bir pay alacağını düşünmemişti.
Ama Seokjin, Yoongi'ye, annesinin göstermediği merhameti göstermişti. Ekmeği üçe bölmüştü ve adil bir şekilde aralarında pay etmişti. Sonra da kendi payının yarısını Jungkook'a götürmüştü.
Sonra, gelen her darbeye birlikte göğüs gerdiler. Yoongi'nin babası ucuz içki yüzünden ölüp gitti. Namjoon, eşcinsel olduğu için kapı dışarı edildi. Seokjin, on sekiz yaşındayken ailesini bir sarhoşun arabası yüzünden kaybetti.
Ve sonunda şehirden kaçtılar. Seokjin, Jungkook'u, para göndereceği sözünü vererek eski bir rahibeye emanet etti. Oradan kaçarken, hala çocuk olan Jungkook'a hediyeler vaat etti ve bir gün geri geleceğini, mutlu olacaklarını, paralarıyla bir sürü şey alacaklarını söyledi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ALTIN PİÇLER ŞEHRİ
FanfictionBurası normal bir şehir değil. Burası acıyla, tehditle ve kanla süslendi. Herkes intikam istiyor. Herkes birbirini suçluyor. Çeteler, hiç olmadıkları kadar öfkeliler. Çeteler, güç istiyorlar. Küçük bir çetenin lideri olan Kim Taehyung, unutamadığı g...