Albina odasına girdikten sonra aynanın önüne geçti. Elbisesini çıkardıktan sonra sırtında oluşmuş morluklara baktı. Ellerini sırtında gezdirirken yüzünü buruşturdu. Bu kadar zor olmamalıydı dedi kendi kendine. Canı yanıyordu. Kollarını bile zor hareket ettiriyordu. Başındaki tacı yavaşça alıp bir köşeye bıraktı ve yatağa yüz üstü yattı. Uyumak istiyordu ama acı çok fazlaydı. Uzun süre sessizce odayı izlerken kapı çalındı. Albina 'gir' demekle yetindi.
İçeriye giren genç bir kızdı. Yüzü çok küçük duruyordu ama yaşı büyüktü. Kahverengi saçları uzun, teni beyazdı. Vücudu zayıf ve şekilliydi. Yeşil elbisesi biraz açık olduğundan vücudunun güzelliğini gösteriyordu. Albina bu kızı Liadorf'a benzetmeşti. Fakat karşısındaki kız çok daha güçlü duruyordu. Gözleri şevkatli fakat kendinden oldukça emindi. "Beni Hava gönderdi."
Genç kız elindeki tepsiyi bir kenara koydu ve üstündeki kaseyi eline aldı. "Bu merhem yarana iyi gelecek."
"Sevgili anneannem beni önemsiyor gibi durmuyordu."
"Burada yatarak iyileşmesini beklersen bir hafta boşu boşuna kaybedersin. Bunu mu istiyorsun?"
"Hayır. Ne gerekiyorsa yap."
Genç kız Albina'nın yanına gidip sırtını açtı ve elini birkaç yere bastırdı. Albina acıyla inleyince geri çekildi. "Kırık yok. Sadece ezik." Elindeki merhem tenine değdiği an buz gibi olması Albina'yı titretmişti ama üstünden geçtiği yerlerde acısı küçük sızılara dönüşüyordu. Sanki uyuşturuyordu.
"İşte oldu. Yarına hiçbir şeyin kalmayacak. Şimdi uyu."
Dediği gibi de olmuştu. Albina ertesi güne uyandığında neredeyse hiç acı yoktu. Ayağa kalkıp aynanın karşısına geçtiğinde morluklar kendini neredeyse belli etmiyordu.
Aynanın önünden ayrılıp banyoya girdi. Suyun altına girmek onu kendisine getirmiş, yorgunluğunu alıp götürmüştü. Ama ruhen yaşadığı yorgunluğu hala hissediyordu. Kendisine tamamen yabancı bir yerde tek başınaydı. Ailesi diye bildiği Hava bile ona yabancı gibi davranıyordu. Elbette düşününce onun da haklı sebepleri vardı ama en azından ona bir kere olsun sarılabilirdi. Orada kendini bedenen savunabilirdi ama ruhen tamamen savunmasızdı. Çünkü yapayalnızdı. Tanıdık birini görmek için nelerini vermezdi...
Sonunda sudan çıktığında dolabın karşısına geçti. İçinde renk renk elbiseler vardı. Kırmızı bir elbiseyi eline aldı. Kumaşı yumuşacıktı. Üstüne giydiğinde küçük bir rüzgarla bile uçabilecek kadar hafifti. Elinde olmadan kendi etrafında döndü ve eteğinin uçuşmasına izin verdi. Bakışlarını etekten çekince yüzüne vuran sabah güneşiyle dikkati dışarıya kaydı. Camın önüne doğru ilerledi. Englendarin'i görmek istiyordu.
Dışarıya baktı. Yüksekte olduğundan her şey seçiliyordu. Görüşünü yaklaştırıp daha ayrıntılı inceledi etrafını. Sarayın ön tarafı dümdüz ormandı ama onun haricinde çoğu yer dağlıktı. Görünürde ağaçtan başka bir şey göremiyordu. Ağaçların çoğu solgundu. Yeşil yapraklarından eser yoktu. Englendarin ölüyor gibiydi. Bu durumun Toprak yüzünden olduğunu anlayabiliyordu. Anton'un yanındaydı ve koruyucuları zora sokuyordu. Albina koruyuculara istemeseler bile yardım etmek istiyordu.
Odanın kapısı yavaşça açıldığında Albina kapıya doğru baktı. Dün gelen kızdı bu. Albina yavaşça gülümsedi. "Merhaba."
Kız da yavaşça gülümsedi. "Merhaba. Dün tanışamadık. Ben Vutertison." Vutertison elindeki tepsiyi yatağa bıraktı. "Englendarin'i görmek istersin diye düşündüm. Yemeğini yedikten sonra çıkarız."
Albina yemeğini yiyip Vutertison ile odasından çıktı. Koridorda yürürken gözlerini tavanlarda gezdiriyordu. Taştan tavana kabartma desenler işlenmişti. Bazı kısımlarına hayvan heykelleri, bazı kısımlarına resimler yapılmıştı. Mumların dizili olduğu büyük avizeler her tarafa asılmıştı. Sabah da olsa yüksek duvarlar nedeniyle karanlıkta kalan koridor los ışıkla aydınlanıyordu. Albina tavana bakarken birine çarpınca özür dileyip önüne döndü. Etrafta artık birilerini görmeye başlamıştı. "Nasıl aynı dili konuşabiliyoruz?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GİRİFT 2 : Koruyucular
FantasyDaha fazla karmaşa, daha fazla kötülük, daha fazla savaş... Akrepol'den sonra karışan başka bir kıta daha... Ve ateşten sonra buzu iliklerine kadar hissedecek olan Albina. Fedakarlık hiç bu kadar zor, hiçbir gerçek bu kadar sır dolu olmamıştı. Ve ta...