Güneş iyice yükselince ikimizin de gözü açılmıştı. İyice ısınan koltuklarımıza oturduk ve başladık eskilerden konuşmaya."Şirinler var bir de," dedim.
"Ah, evet ya. En sevdiğim çizgi filmlerdendi he." dedi. "Hani orada kötü adam vardı bi tane Garfield! Şirileri kovalıyordu falan. Böyle kırmızı çizmeler lacivert uzun elbisesi vardı. Hatırladın mı?"
Sessizce püskürdüm. Komik gelmişti birden. Tamam kıyafet fakat doğru da ismi ne?
"Garfield değil o, Gargamel," dedim. Dili sürmüştü herhalde. Olabilir yani ili kelime de birbirine benziyor sonuçta. Ama olmadı dostlar.
"Ya kızım, sen de hiçbir şeyi hatırlamıyorsun he. Gargamel o senin absürt filmin Yüzüklerin efendisindeki ak sakallı büyücü. Hani şöyle uzunca bir asası var ve ince gri renk de şapkası var."
Daha sesli püskürdüm. Bu çocuk düpedüz kaçık.
"Saçmalama ya, onun adı Gandalf bir kere. Hepsi g ile başlıyor diye birbirine mi geçirdin ne yaptın?"
"Gandalf mı? Yuh artık sana bir şey demiyorum Hayal. Koskoca sihir bakanının Yüzüklerin efendisi gibi absürt bir filmde ne işi var? Sihir bakanları da şapka takmaz ayrıca. O şapka seçmen şapkayı da çocukların sınıflarını seçiyordu hani unuttun mu?"
"Sihir bakanı mı?" İyice karışmıştı ortalık. Anlamamışça ona bakarken devam etti,
"Evet. Harry Potter'daki sihir bakanı işte," dedi. Sonra da hayali uzun sakalını okşayarak "Hani şu uzun sakalı olup ucunda yüzük takılı olan. Yerlere kadar uzanan bir elbise giyiyordu da yüzükleri falan var hani."
"Bir saniye sen Dumbledor'dan mı bahsediyorsun?"
"Ya bir susar mısın Hayal! Bütün film kahramanlarını birbirine katıp karıştırdın yeminle."
"Asıl sen..." diye devam edecektim ki, gözlerini kapatıp elini kocaman açarak beni durdurdu.
"Daha fazla dinlemek istemiyorum, lütfen."
Şuna bakın dostlar. Ölmek için en güzel nedenlerin başında gelir yani. Belki de öldürmek için yeterli bir neden. Bilemedim şimdi. Tüm film geçmişini zihninde aşureye çevirmiş bir de bana kızıyor. Oturduğu koltuktan sinirle kalkıp yere boylu boyunca uzandı ve bana sırtını döndü. Küstü mü yine? Peh şuna da bakın çocuk gibi aynı.
"Yere yatma öyle, yine üşüteceksin." dedim ayağımla sırtını dürterek. Ayakkabımı çıkardığım için çorabım vardı ve sırtı da yumuşacık gelmişti.
"Sana ne kızım sanane, git sen Çinli bebeyle ilgilen."
"Çinli değil o, Koreli," dedim.
"Her ne japonsa işte," dedi.
Ya sabır. Asla aşamadığımız uzak doğu travmaları var. Kabullenmedi, kesinlikle de kabullenmeyecek gibi duruyor. Aradan birkaç dakika geçti geçmedi dostlar, yine omzunun üstünden doğruldu ve aynı gıcık tavrı takındı yüzü.
"Bir kere senin o Dumbledor dediğin kişi Alacakaranlık efsanesinin en yakışıklı vampiri. Hani şu arabayı eliyle durduran var ya o işte."
Yeniden sırtını dönerken ağzının içinde bir şeyler daha mırıldandı ama ne olduğunu anlayamadım af buyurun dostlar. Zaten pek anlaştığımız da söylenemez de. Kesinlikle bu dünyaya ait olmadığı belli. Bu dünyaya, bu galaksiye, belki bu zamana bile ait olmayabilir yani. Yine de gülümsedim ve sırtı bile güzel olan bu insanı seyretmeye devam ettim.
❄️
Küslüğü bitmiş, yeniden barıştığımız için konulmaya başlamıştık. İkimiz de yere bağdaş kurmuş otururken "Yabancı dil bilgin var mı?" diye sordu.
"Eh işte," dedim elimi yuvarlayarak. Kitap okumak için İsveç'e gitmiyoruz ama bizde de var birkaç numara ne sandın ballı badem.
"Hadi ya! Cidden mi?" diye sordu şaşırarak. Gözleri parıl parıl parlamış ve kocaman açılmıştı. O böyle şaşırınca kendimi biraz kötü hissettim dostlarım. Sanki tamamen ümitsiz vakaymışım da ufak bir ümit bile bu çocuğu çılgınlar gibi sevindiriyormuş gibi hissettim. Aslında öyle ama yine de insan bunu görünce daha bir kötü oluyor.
"Hangi dili biliyorsun?" diye sordu merakla.
"Biraz Korece, çok az Çince, az da Japonca."
Yüzü buruştu. Sanki limon yiyen Kemal Sunal gibi, eğildi büküldü. "Ne oluyor oğlum! Ne eğilip bükülüyon?" demedim tabi. Aptal aptal baktım sadece. Elbet söyleyeceği birkaç çift lafı vardı.
"Neden hep Asya dilleri? Batı, daha doğrusu neden hiç Avrupa dilleri yok. Hayır bari Afrika olsaydı, neden sadece Asya?"
"Bilmem," dedim omuzlarımı silkeleyerek. O açıklayınca daha çok tuhaf gelmişti. Sahi neden sadece Asya? Dünyada sadece o kıta varmış gibi gidip sadece oradan dil öğrenmişim iyi mi?
"Asya dillerine yatkınlığım var sanırım. Eh bir de izlediğim dizilerin de etkisi var."
Gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Sonra da oturduğu yerden doğrularak tam önüme bağdaş kurdu.
"Bak!" dedi. Yine ciddili ama aslında tamamen fasa fiso olan bir şeyi anlatacaktı sanırım. Yine de dikkatle dinlemeye çalıştım. Bir küserse barışması gerçekten zor oluyor. Sonra uzun süre sırtını izlemek durumunda kalıyorum.
"Sen konuyu yanlış anlamışsın. Türkler orta Asya'dan göçeli çok oluyor. Yani Asya dillerine yatkınlık diye bir şey olamaz. Hem eğer o dilleri sırf senin o Çinli çocuk için öğreniyorsan sana bir sır vereyim onlar göründüğü gibi değiller Hayal." Bunu söylerkenki yüz ifadesi ve ses tonu tıpkı bir seri katili tanıtan polis memuru gibiydi. Öyle tüyler ürpertici görünüyordu ki. Bir an için kendimi tutamadım ve telaşla "Ne?" diye bağırdım. "Neden bahsediyorsun sen?"
"Onların hepsi estetikli Hayal, bunu sana söylediğim için çok üzgünüm ama o senin yakışıklı olarak gördüğün çocuk tamamen boyadan ibaret. Yani bir yağmur yağsa geriye bir şey kalmaz."
Sanki başından sular akıyormuş gibi ellerini başından aşağı doğru indirdi.
"Düşünsene bir yağmur puf! Çocuk mocuk yok ortalıkta. Sonra yerde bir gökkuşağı birikintisi. Aaa meğer boyaymış yere akmış. Çok vahim değil mi?"
"Ya bi git Selim ya! Ben de ciddi ciddi diniyorum seni."
"Böcek de yiyorlar ama."
"Susar mısın artık?"
"O zaman gel sana biraz İngilizce öğreteyim. Lazım olur kızım."
"Olmaz. Hem ben, İngilizcesi harika olan bir adamla evleneceğim. Böylelikle bana gerek kalkmayacak."
"Ama ben eşimin de İngilizce bilmesini isterim," diye bağırdı.
"Bana ne be, git İngilizcesi iyi olan bir kızla evlen. Bana ne bağırıyorsun?"
"Sen niye ingilizce bilmiyorsun? Öğreteyim diyorum işte."
"İstemiyorum ya, zorla mı?"
"Gel kız buraya!"
Hayır teleferikte kaçacak bir yer de yok ki. Ayağa kalkıp iki adım atsam üçüncüde onunla karşılaşıyoruz. Biraz sağ sol yaptım ama köşede yakaladı beni.
"Tekrar et benden sonra! I know speak English. I love speak English. Forever speak English!"
"İstemiyorum istemiyorum istemiyorum.
"Tekrar et çabuk. Unutacaksın o boya kalıntılarını."
O köşe senin bu köşe benim koşturduk bir süre. O İngilizce, ben başka dilde. Ne o anladı beni, ne ben anladım onu. Böyle eğlenmek çok güzel de korkuyorum be güzel insan. Bu şakalarımızın gerçeğe dönüşmesinden korkuyorum. Sen istersen beni anlama ama, ben seni anlamış gibi yapsam olmaz mı? En azından orada ortak bir noktamız olsa olmaz mı? Ben sana yaklaşmak için çabalarken sürekli farklı yollara koşmamız üzüyor beni. Hem de çok üzüyor.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TELEFERİK
RomanceHayal ve Selim tek kişilik ücret ödedikleri teleferikte mahsur kaldıklarında planları alt üst olur. Kurtarma ekiplerinin tüm müdahalelerine rağmen uzun süre aşağı inemeyen ikili için yapılacak pek fazla bir şey yoktur. Yalnız işler ikisinin de umduğ...