Bugün kasabada bir festival etkinliği vardı. Gitmeye gerek duymadım.
Başka bir kasabada olmayı yeğlerim. Kendi evimde olmak bile bana o anıları hatırlattığı için kiliseye erken dönmeye karar verdim. Tüm eşyalarımı topladım, hepsine odamda güzel yerler buldum. Çiçeklerimi almak istemedim. Onları öylece odamdaki komodinin üzerinde bıraktım.
Annem ve babam böyle yapacağımı beklemediğinden şaşkınca yüzüme bakakaldılar. Elimdeki bohçada yalnızca cübbem ve gümüş kolyem vardı. Merdivenlerden aşağı inerken sorgularcasına yüzüme baktılar. Ben de onların sorularını cevaplamak için yeterli dağarcık yoktu bundan dolayı sessizliğimi koruyarak aşağı indim.
Herkese, her şeye karşı bir nefret besliyorum. Benimle birlikte festivale gitmeyi teklif etmeyi düşünen babama da, elinden geldiğince arkamı toparlamaya çalışıp çeşit çeşit yemek yapan anneme de. Bir yandan da duyduğum suçluluk duygusu ağır bastığından yüzlerine bakamadım.
Her daim içimde onlara karşı bir nefret barınacak, istedikleri kadar naif olsunlar bana karşı hayatımı henüz onlarımdayken kaybetmiş sayılırdım. Hala daha bunun farkında olamayışları beni öyle delirtiyor ki üzerime düşmeleri ya da ilgili sözleri beni öfkelendirmekten başka bir işe yaramıyor.
Tüm varlığımı dört duvar arasında kalmam karşılığında çekip alanın annem ve babam olması en az Xiao Zhan kadar canım yakıyor.
Neyse ki kavgasız gürültüsüz evden ayrıldım, ağır da olsam yürüyerek kasabanın dışında kalan kiliseye doğru ilerledim.
Aklımda yaptıklarımın bedelini ödeyerek her şeye son vermek vardı.
Kararlıydım da, öyleydim fakat gözü pek, genç bir oğlan olarak büyümüş olmam içimin çamurdan farklı olduğunu göstermiyordu nihayetinde.
Dakikalarım taşlı yollarda sürünerek geçti, yürüdüğüm yolda kimse yoktu. Yine de beni oradan dönmeye zorlayan bir olay olacaksa kulak arkası etmeye dünden hazırdım. Ağlayacak gibi miydim bilmiyorum, o an birçok şey yaşamış gibi hissetmiştim aslında.
Yüzümde ufaktan izi kalmış yaralarımla kilisenin bahçesine girdim. Değişen hiçbir şey yoktu, sahi birkaç gün içinde ne değişebilirdi ki zaten? Peder dışında.
Bakımsızlıktan mayışmış çalılar, ara sıra oturduğum bankın üzerinin tamamen yapraklarla kaplanmış olması gibi birkaç detay gözüme takılsa da beklemeden içeri girip odamı buldum. Kapım açıktı, kilidi de üstündeydi. Kapımı kapattım ve cübbemi giydim. Renkli kıyafetlerim birer nefret göstergesiyle birlikte sertçe bohçama tıkılıp kenara atıldılar.
Nefeslenmeye gerek dahi duymadım, pederin odasının önünden geçen ayaklarım rızam dışında odasına girmiş bulundu. Elimle koymuşum gibi bulduğum kalın sopayı kavradım ve peşimden sürükleyerek çan kulesine çıktım.
Gözüm o kadar kararmıştı ki o sopayı gördüğüm her yere geçirmemek için büyük çabalar sarf ettim.
Kendimi Xiao Zhan'ı bulduğum odaya kapattım. Bağıra bağıra ayet okudum, gözlerimden yaşlar akarken dahi tek bir kez yüzümü silmek için okuyuşumu kesmedim.
Çok uzun bir vakit boyunca oradaydım fakat bunun bir önemi var mı diye sorulduğunda öylece durmakla yetinirdim. Birbirine sımsıkı sarılan ellerim yüzümün hizasında, kapalı gözlerimin tam önünde titriyordu.
Uzunca bir müddet sonra bilincimi kaybetmenin eşiğine kadar geldim fakat Tanrı'm Xiao Zhanla aynı değildi. Tanrı'ya o küçücük, karanlık odada yakarıp ağlarken bile aklımın bir ucunda onun olması beni daha beter hale soktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
yeşil mandalinalar⁴, yizhan
Historical FictionTarih henüz çok eskiyken ve döneme göre ikisi birbirine yasak kılınmışken genç rahip Wang Yibo'nun güzeller güzeli Xiao Zhan'a ithaf ettiği başlıksız mektuplar.