Bir buçuk haftadır hiçbir şey yazmadım. Her şey hala aynıyken tekrar tekrar aynı şeyleri dile getirmenin gereksiz olacağını düşündüm.
Bugün beni yazmaya iten şey yanlışlıkla tanık olduğum görüntüydü.
Sabah derslerime girdim, hiçbirini aksatmadım, alınacak yerleri not da aldım. Gerçekten güzel çalıştım. Sonra ders arası verildi, yemek yemek için yani. Birkaç gündürse pek iştahım yok gibiydi bu yüzden gidip yemek yemek istemediğimi rahibeye söylemek istedim.
Genelde öğrencilerin hepsi yemek salonundaki uzun masalara yan yana dizilirler, rahibelerden bazıları yemekleri dağıtır ve bazıları da etrafı kolaçan edip düzeltmeler yapardı. Her zaman oturduğum sandalyenin başına gelmişsem de istemediğim hem hareketlerimden hem de yüzümden gayet de belli oluyordu.
Üstelik hala daha morluklarla dolu olan yüzüm ben buz gibi bir ifadeyle dursam bile epey dikkat çekiyordu.
Tek bir hareketle çektiğim sandalyeyi masaya doğru ittim ve salonun kapısında duran rahibeye başrahibenin nerede olduğunu sordum. Bir süre cevap vermedi bu yüzden tekrar soracaktım ki konuşmama müsaade etmeden öylesine bir şeyler geveledi. Yemin ederim dediklerinden hiçbir anlam çıkaramadım. Beni başından savmış gibiydi.
Hak yemek istemiyorum, oldukça ilgili olan rahibeler de mevcuttu elbette ki. Fakat bu kez birinin ters anına denk gelmiş gibiydim. İradesine sahip çıkmalıydı o halde, benim yapabileceğim bir şey yoktu. Haklı olarak hiçbir şey söylemeden yemek salonundan ayrıldım.
Bulunduğum taş binanın ana kiliseye bağlanan iki koridoru varsa da hangisinden geçeceğimi seçemedim. Başrahibe ya kilisedeydi, ki bu saatte orada olmasına imkan yoktu, ya da orucundan dolayı odasına çekilmişti.
Habersiz iş yapamayacağım kadar aylak aylak da gezemezdim, aylaklık ve tembellik günahtı. Bu nedenle önüme çıkan ilk kıdemliye durumumu iletmek istedim. Sadece yemek mevzusunun bile bu denli büyütülmüş bir olaya nasıl dönüştüğünü düşünüyordum ama bir anda kendimi misafirhanede buldum.
Arka arka dizilmiş sıraların önünden geçip apsisin olduğu kısma kadar ilerledim ama bir anda sanki yere bir şey düşüp de kırılmış gibi bir ses yankılandı orada. Ben yaptım sandım, bir şey düşürüp düşürmediğime bakabilmek için etrafıma bakındım. Oysa bir şey düşürmediğimden emindim zaten.
Sonra boğukça birkaç konuşma sesi duydum, öğrencilerden bazıları kaytarıyor diye düşündüm.
Kulağıma ilişen sesler beni olduğum yere çivilemiş gibiydi, içimi bir korku kapladı ve kilisenin transept kısmındaki kapılardan birine bakakaldım öylece.
Dizlerim titredi ve dayanak olarak kullanabileceğim hiçbir şey olmadığı için ellerimle eteğimi sıkıştırdım. Koridora yanaştım ama yanaştıkça gittikçe netleşen sesler beni korkudan tir tir titretti.
Birine bir şey olacak düşüncesiyle kapının yanına kadar gelmiş bulundum fakat içeride her ne oluyorsa birinin canı yandığı çok barizdi.
Kapı tamamen şansıma bir parmak kadar aralıktı. İçeriye bakma sebebimse Tanrı'ya yemin olsun cinayet mi işleniyor ki içerideki kişi bu kadar bağırıyor diye merak etmemdi.
Ahşap masaya yatırılmış başrahibenin beline varana dek yukarı kıvrılmış eteği ve üzerine eğilmiş tanımadığım bir adamın delici bakışları altında gölgelenmiş o köhne odada inleyen o iki kişi midemi alt üst etti. Vücudumdan tüm kanın çekildiğini hissettim. Çığlık atmamak için elimle ağzımı kapatsam da gözlerim doldu ve korkuyla ağlamaya başladım.
Kusmamaya çalışarak hakimiyetimi korumaya çalışsam da geri adım atıp, oradan kaçacak cesareti ve gücü kendimde bulamadım.
Ancak çok sonra oradan sıyrılabildim ve gözlerimin önünden gitmeyen görüntüden mütevellit nefessiz kalıncaya kadar hızlı hızlı koştum.
Sığınmak istedim çünkü korkmuştum.
Yirmi yaşında da olsam, dünyayı kalp gözüyle göremediğim için ruhum henüz on üç yaşında gibiydi. Oysa ki bu mektepte okumayan yirmilik gençler çoktan bir yuva kurmaya girişmiş bulunurlardı. Hayatımı acemi bir ruhla ve tek başıma geçirecek olmanın yanı sıra hala daha sığınma ihtiyacı hissediyor olmam beni öyle öfkelendirdi ki kalbimin cayır cayır yandığını hissettim.
Bir süre sonra bacaklarım artık beni taşıyamadı ve yemek salonuna sadece birkaç odalık mesafe kalmışken yere çöküp kusmaya başladım. Gözlerim karardı, başım döndü. En kötüsüyse bunu asla unutamayacağımı düşünmemdi.
Öğürme seslerime yemek salonundan çıkan öğrencilerden biri dikkat etmiş olmalı ki gözleri beni gördüğü an kocaman açıldı ve var gücüyle peder diyerek bağırdı.
İçimden aptal çocuk diye geçirdim. Tanrı affetsin, yanlış kelime kullandım.
Bedenim sarsıntıyla titrerken birinin beni kolumdan çekerek kaldırdığını ve sertçe dudaklarımın üzerini sildiğini hissettim. Başımaysa çoktan birçok kişi doluşmuştu.
Aklımın ucundan beni kaldıran kişinin Xiao Zhan olabileceği geçmişti, yalnızca tek saniyelikti. Beni o çelimsiz bedeniyle bu denli güçlü kaldıramayacağını idrak etmem ne yazık ki uzun sürdü. Bu halimi görmesini de istemezdim nihayetinde.
Bana seslenen peder adımı defalarca çağırdı, bağırdığını duyabiliyordum fakat kapanmaya yüz tutmuş bilincim dolayısıyla sesler hayli boğuk gibiydi. Zar zor gözlerimi araladım ve pederin yüzüne baktım.
Sanki günler önce bana vuran, saatlerce ağlamaya devam etmeme ve ağrılar içindeki bedenimi sakinleştiremediğimden günlerce uykusuz kalmama sebep olan pederin kendisi değilmiş gibi bana olan bu yaklaşımı bir kez daha kusmak istememe sebep oldu.
Kalabalığın arasında Xiao Zhan'ın ürkek ve endişeli bakışlarını görmek istemezdim üstelik.
Şu gencecik bedenim, dünya yaşamının temelini oluşturan bu doğal şeyi günaha boyayanlar yüzünden böylesine etkilendiği için bu baskıcı kafese içimden defalarca lanet ettim.
Bedenimin bunu kaldıramayışına da, etrafımda dönen günahlara da, ailemin beni buraya hapsetmesine de, çalınan yıllarıma da hepsine lanet olsun.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
yeşil mandalinalar⁴, yizhan
Ficción históricaTarih henüz çok eskiyken ve döneme göre ikisi birbirine yasak kılınmışken genç rahip Wang Yibo'nun güzeller güzeli Xiao Zhan'a ithaf ettiği başlıksız mektuplar.