Öncelikle şunu belirtmeliyim: Ölmedim. Yaşıyorum ve melez hayatıma tam gaz devam ediyorum. Birkaç (!) kırık çıkıkla olsa da.
Ağaçtan yere düştüğümde attığım o dehşet çığlık işime fena halde yaradı. Annabeth ve Luke-onu da anlatacağım- sesimden beni bulmuşlar. Bulduklarında ölmek üzereymişim, Annabeth ağzıma nektar damlatmış felan. Sonra da kampa haber vermişler, kamp iki melezle bizi kurtarmaya gelmiş. Sonra kampa gitmişim. Kurtulmuşum.
Luke'un iki arkadaşı ortalıktan kaybolmuş. Birincisi Taylor, annesi hastalanınca görevden ayrılmak zorunda kalmış. Diğeri ise... kötü bir haber olduğunu biliyorum ama ölmesi hayatımı kurtardı. O ölmese Luke Annabeth'i aramaya karar vermeyecekti. Dolayısıyla ben de orada ölmüş olacaktım.
Uyandığımda uyanabildiğime inanamadım. Ağaçtan düştüğümde öldüğüme kesin gözüyle bakıyordum. Beş metreden yere çakılıp hayatta kalabilmem çok zordu. Ama kalmışım. Sanırım tanrı tarafım sağolsun, beni biraz güçlü kılmış.
Önce bunun saçma olacağını düşündüm. Çünkü en son hatırladığım kadarıyla bedenim çökmüş bir haldeydi ve bırakın yürümeyi, en ufak bir hareket yapmaya hali yoktu. Ama daha sonra kurtulduğumu ve kendimi iyi hissettiğimi farkettim. Ağır hareketlerle yattığım yerden doğruldum ve etrafa bakındım. Evimdeydim, Hades kulübesindeydim. Önümde, panoya bir şeyler asan genci de o sırada farkettim.
''Günaydın.'' dedi, bir yandan da panoya bir şeyler asmaya devam ediyordu. Hades kulübesinde ne işi vardı?
''Şey, sana da günaydın. Burada ne yaptığını sorabilir miyim?'' Bana döndüğünde gözlerine takılıverdim. Göz rengi bebek mavisiydi ve insan sonsuza kadar ona bakabilirmiş gibi geliyordu. Saçları sarı-kahverengi karışımıydı. Teni buğday rengiydi, uzun boylu ve kaslıydı. Üstünde rengi solmuş bordo rengi bir tişört ile kot pantolon giymişti. Gerçekten, kulübemde ne yapıyordu?
''Ah, özür dilerim.'' dedi, yüzünde alaycı bir sırıtış vardı.''Ben Martin. Senin doktorunum. Buraya da neler yapıp-yapmayacağınla ilgili kağıtları asıyordum. Bu arada, nasıl hissediyorsun? Daha iyi mi?''
''Ha, ben de Myleen.'' Gülümseyerek fısıldarcasına ''Biliyorum.'' dedi. Sonra çalışma masamın üstündeki malzemelere göz gezdirmeye başladı.
''İyi, yani daha iyi. Bu arada, buraya nasıl geldiğimi-ölmediğimi anlatabilir misin? Ben o sırada uyuyordum ya hani...''
"Pek bir şey olmadı. Hem ne kadar da meraklısın? Bence hala yeteri kadar dinlenmiş değilsin, biraz daha uyumaya ne dersin?" Başımı hayır anlamında salladım. Uyumak istemiyordum. Uyku artık bana korkunç bir boşluk gibi geliyordu, ve oraya dönmek istemediğim kesindi.
"Hayır," diye kestirip attım."Uyumak istemiyorum, ayrıca yeteri kadar da dinlendim. Hem çok açım. Saat kaç? Yemeği yak-"
"Çorba sever misin?" Sanki söylediklerimden hiçbirini dinlememiş gibiydi. Nereden çıkarttığını anlayamadığım bir tabak çorbayla yanıma geldi. Bir masa çekti(onu da nereden bulduğunu anlayamamıştım) ve çorba tabağını üstüne koydu. En sevdiğim çorbayı nereden bilebilirdi?
"Kendin mi yersin, yoksa yedireyim mi?" diye sordu.
"Kendim yiyebilirim." diye cevapladım. Bu hiç hoşuma gitmemişti."En sevdiğim çorbanın bu çorba olduğunu nereden bildin?" diye sordum.
"Rastgele seçtim," Omuz silkti."Şansım varmış."
Hayatımda içtiğim en güzel çorbaydı diyebilirdim. Tuzu ne eksikti, ne fazlaydı. Tadında en ufak bir bozukluk yoktu.
Tek bir şey hariç, diye düşündüm.
Sorun şuydu:Çorba fazla yatıştırıcıydı. Kendimi sarhoş olmuş gibi, bir garip hissediyordum. Bunun çorbayla alakası olmayabilirdi belki. Belki de. Martin haklıydı. Yeteri kadar dinlenemediğim için bedenim isyan ediyordu. Sonunda çorbayı itip kendimi yatağıma bıraktım. En son Martin'in "Şişşt, uyu." dediğini hatırlıyordum. Ondan sonrası, öncesinden çok daha karmaşıktı.
Sürekli uyanıp tekrar uyuyordum. Bu berbat bir histi. Sürekli havada süzülen bir hayalet gibi hissediyordum. Hareket etmiyor, ama süzülüyor gibi. Gerçekten hatırladığım iki uyanma halim vardı: Birincisinde Martin vardı, ikincisinde yoktu. Birincisinde Martin bana yine o çorbadan içirtti. Önce içmek istemedim, ama içersem daha iyiy olacağıma dair garantiler verince içmek zorunda kaldım. Ben uyumaya gitmeden önce yanağıma bir ölücük kondurdu. Normalde olsa utanır, sonra da kızardım. Fakat o kadar uyuşuktum ki sadece yüzümde ufak bir gülümseme oluştu. Daha sonra uyandığımda ise dediğim gibi, Martin yoktu. Onun yerinde beni bekleyen ise başını yatağımın ucuna yaslamış-muhtemelen uyumuş- Annabeth'ti. Yavaşça hareketlenip yerimden doğrulunca onu da ister istemez uyandırmış oldum. Uyandığımı görünce yüzüne bir gülümseme yayıldı. Yerinden fırlayıp bana sımsıkı sarıldı. Benim kafam ise hala Martin'in nerede olduğunu sormaya takıldığından pek karşılık veremedim.
"Ah tanrılarım." diye mırıldandı Annabeth."Neyseki uyandın. Kendini nasıl hissediyorsun?"
"İyi gibi. Sen? Buraya nasıl geldiğimi biliyor musun?" Annabeth bütün hikayeyi ayrıntılarıyla anlattı. O anlattıkça kafam daha da karışmıştı. O kurtlar neden beni yememişlerdi? Beş metreden düşüp nasıl hayatta kalmıştım? Annabethler beni bulduğunda ölmek üzere olduğumu, Luke'un çantasında bulunan nektar olmasa ölebileceğimi öğrendiğimde içim pek de rahatlamadı. Öldüğümde gideceğim yerin yeraltındaki kötü bir yer olmasını istemiyordum, bunun için de şuana kadar pek bir şey yapmamıştım.
"Şey... Martin'in nerede olduğunu biliyor musun?" Annabeth bana şaşkın bir ifadeyle baktı. Belki de Martin'i tanımıyordu. Ama nasıl tanımazdı? Annabeth çoğu kişinin tanıdığı-çoğu kişiyi tanıyan birisi değil miydi?
"Kimden bahsettiğini bilmiyorum." dedi Annabeth."Buraya geldiğinden beri gündüzleri seni ben ve Arizona dışında kimse ziyaret etmedi."
Martin'in beynimin bir oyunu olma riskine mi yoksa kimsenin umrunda olmadığıma mı takılayım bilemedim. Ama sonunda ağzımdan şunlar çıkıverdi:"Martim benim doktorumdu."
Annabeth'e hikayeyi anlattığımda Annabeth'in yüzünde şaşkınlıktan başka bir şey yoktu. Apollon kulübesinde Martin adında o tipte bir çocuk olmadığından emin olduğunu söyledi. Üstelik onunla Martin değil, Denny adında bir çocuğun ilgilendiğini söyledi.
"Ama bu...imkansız." diye mırıldandım."Eminim, Annabeth. Bana çorba verişini, gülümseyişini gayet net hatırlayabiliyorum."
"Myleen, dediğim gibi, belki de bir halisünasyon görmüşsündür? Onca yaşadığından sonra böyle bir şey olması anormal değil."
"Ben deli değilim Annabeth." dedim dişlerimi birbirine bastırarak."Martin buraya nasıl geldi bilmiyorum, ama o buradaydı. Burada olduğuna eminim."
Annabeth üstelemedi. Beni biraz daha dinlenmem için yalnız bıraktığında başımı yastığıma koydum. Uyumadım. Sadece düşündüm. Gerçekten de halisünasyon mu görmeye başlamıştım? Piskolojim onca şeyi kaldırmamış olabilir miydi? Az önceki fikrimden vazgeçip gözlerimi kapattım. Uyku karanlık bir boşluk olduğu gibi düşüncelerden de paçamı kurtarabildiğim bir yerdi. Bundan sonra uykuyu bu kadar suçlamamaya karar verdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Skinny (Percy Jackson Fanfiction)
FanfictionTamam, tam bir baş belası olduğumu biliyorum. Fakat bu kadarını ben bile tahmin edemezdim.