Bu lanetli kitabı Samet vermişti Bahtınur'a. Hatta iki sefer de de aynı kitabı. Biri yok oldukça, diğeri bitiveriyordu bir şekilde.
İlkinde Mehmet hoca, ocakta yakıp küle çevirmişti kitabı. Fakat ikincisini de götürüp imha etmeyi düşünürken, unutmuş ve araya sınavlar girmişti. Mutlaka yakılması, yok edilmesi gerekiyordu bununda. Ama nasıl gidecekti bu sınav haftası içinde ta Muğla'ya, Mehmet hocanın yanına kadar.
Kendim yaksam, olur mu diye düşündü kararsız ve çaresiz bir şekilde, lakin nerede ve ne şekilde yakacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Mehmet hocanın numarasını alsam dedemden, tarif etse bana, becerebilir miyim diye söylendi kendi kendine.
Hayır. Elime yüzüme bulaştırırım, imha edeyim derken ihya etmiş olurum diye düşünüp, bu fikrinden vaz geçti.
Aklına Hızır dede geldi yine. Fazla ayrıntıya girmeden, sadece nasıl yakması gerektiğini soracaktı dedeye. Hızır dedenin haberi vardı bu lanet kitaptan, onun kitapları arasında olamayacak kadar lanetli iken, onun sahaf dükkânında verilmişti hediye olarak. Hem de kendisini Hızır dedenin oğlu olarak tanıtan, Samet tarafından verilmişti bu lanetli kitap.
Samet nasıl biriydi böyle. Neden böyle bir şeye imza atmış, niye Bahtınur'a zarar vermeye tevessül etmişti.
Bir anda cin çağırma gecesi, yakaza halinde gördüğü rüyayı hatırladı. Bir ağacın dibinde, elindeki Murat'ın sopasını kesiyordu Samet. Kesme değil de, üstündeki kazınmış yazıyı siliyordu.
Sahi ne yazıyordu sopanın üstünde, sanatlı bir halde Osmanlıca yazan, o yazıda.
Birkaç saniye düşünüp hatırlamaya çalıştı ve hatırlaya bildi.
''Bedeninle değil, ruhunla ara beni. Gözlerinle değil, ancak kalbinle görürsün...''
Ah Murat. Zamansız gittin deyip iç çekti ve nemlenmiş gözlerini kuruladı.
Evet, gözlerim açıldı. Hem de kalp gözüm.
***
Kendisini toparladıktan sonra, mutfaktan üç tane çöp poşeti bulup üst üste geçirdi. Bezlere sarılı kitabı hiç açmadan bu poşetlerin içine koydu. Poşetlerden kokusu çıkmaz diye düşünüyordu, ama bilmediği bir şey vardı, kokuyu sadece o almaktaydı. Başkası kokunu, farkında bile değildi. Üç değil, otuz poşetin içine de koysa, beyhudeydi. Yine aynı kokuyu alırdı.
Çaresiz bir şekilde kitabı alıp arabasına koydu. ''En azında evde kokmaz, kimseyi rahatsız etmem'' dedi. Arabasını Hızır dedenin bulunduğu, Han'a doğru sürmeye başladı.
Hızır dede her zamanki gibi güzel yüzüyle karşıladı Bahtınur'u. Çay ikram edip halını hatırını sordu. Bahtınur da aynı saygı ve samimiyetle mukabelede bulundu Hızır dedeye.
Şeytanlar ve Melekler hakkında bir konu açılmış, yarım saate yakın bu konular hakkında sohbet etmişlerdi. Bahtınur'u, Hızır dedenin okuduğu bir hadis-i şerife çok etkilemişti. Hadiste efendimiz; ''İblisin tahtı deniz üzerindedir'' Buyuruyordu.
Bahtınur ilk defa duymuştu bu hadisi, daha kapsamlı araştırabilmek için, Hızır dedenin de müsaadesini alarak, arka raflardaki kitapları kontrol etmeye başladı. Arka raftaki kitaplarda, el yazması Osmanlıca eserler bulunurdu. En arkadaki, üstü kapalı rafta da yasaklı kitaplar vardı. Samet, her seferinde o rafın tozunu alırdı. Ya da aldığını zannederdi Bahtınur.
Bayağı bir kontrolden sonra, birkaç bilgiye ulaştı sonunda. Eski el yazması bir kitapta musallattan korunma ve kurtulma yöntemleri yazıyordu.
![](https://img.wattpad.com/cover/144860321-288-k439349.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Can ile Nas'ın Savaşı
HorrorDaha önce okuduğunuz korku hikayelerini bir kenara bırakın... Korkuyla ümidin, sevgiyle nefretin içinde bulacaksınız kendinizi. Korkudan diliniz tutulurken, üzüntüden burnunuzun direği kırılacak.... Göz yaşlarına hakim olamayacaksınız. Çok yakınd...