Biraz kendine gelince, Mehmet hocanın gelini Bahtınur'un koluna girerek, eve girmesi için yardımcı oldu. Bahtınur, Mehmet hocanın yanına yaklaşmak istemiyordu. Fakat, bunun nedenini kendisi bile anlamamıştı. Hakimiyet tam olarak kendisinde değildi. Hafiften dili tutulur gibi oluyor, Mehmet hocanın sorularına düzgün cevap veremiyordu.
Bahtınur, korku içinde dedesine dönerek; ne oluyor bana dede, dedi. Dedesi de bilemiyordu.
Mehmet hoca söze girdi. Korkma kızım. Her şey yolunda dedi. Ama işlerin yolunda olmadığı, daha ritüele başlamadan kendisini göstermişti.
Bu işi Allah rızası için yapan, hiçbir karşılık beklemeyen ve bu yüzden -Allah'ın izniyle- çoğu insanın şifa bulmasına vesile olan Mehmet hoca; yedi kat beze sarılı olan bir kitabı çıkarıp, rahlenin üzerine koydu. Kitabın içinden üç tane farklı kâğıt çıkardı. Kâğıtların üstünde Arapça kelimeler yazıyordu. Dedesi, dün akşam telefonla arayıp durumu anlatmış, Mehmet hocada ona göre şeyler yazmıştı.
Bahtınur, korku ve heyecanla beraber Mehmet hocayı ve çıkardığı kâğıtları izlemekteydi. Bunu fark eden hoca; Bu kağıtta yazılı olanlar Kurandaki ayetlerden bir kaçı. Bu kitapta elle yazılmış bir Kuran'ı kerim. Yüz sene önce yazılmış bu Kuran'ı büyük deden hediye etmişti baba dedi. Ayrı şekilde elle yazılmış bir Kuran-ı Kerimde, kendi evlerinde vardı. Büyük dedelerinden yadiğar, en büyük hediye.
Sonra Bahtınur Serkan'ın verdiği kitabı gösterdi. Mehmet hoca kitabı bir bez parçası ile alarak masanın üstüne koydu. Masanın üstünde de bez vardı. Bahtınur, tekrardan aynı duyguları yaşamaya başlayınca, Mehmet hoca gelinine seslendi; Kızım sen gelinimle beraber mutfağa gidip yemekleri hazırlayın, bizde dedenle eski günleri yad edelim diyerek Bahtınur'u gönderdi.
Mehmet hoca kitabı tanımıştı. Bu kitap, yıllar önce hocasının yaktığı lanet kitabın ta kendisiydi, fakat cinlerin yazdığı ve ham maddesi ateş olan kitabı, attığı ateş yakamamıştı. Tekrar kitabı bezle beraber, odada yanan ocağın içine attı. Allah, bunların şerrinden bizleri korusun dedi.
Ortalama 70 yıl önceki hadise yeniden cereyan etmiş, lanet kitap tekrar ateşe atılmıştı.
***
Yemek yenilip çaylar içildi. Hocanın, Kuran'ın içinden çıkardığı üç tane kâğıdı Bahtınur'a verip; Bak kızım; bu kâğıdı üzerinde taşı. Bu kâğıdı yaşadığın evin bir köşesine koy. Bu son kâğıdı da, sana bu lanet kitabı veren kişiyi görürsen ona ver. Muhtemelen vermek aklına gelmeyecek. Ama aklına gelirse mutlaka ver, dedi.
Akşam namazından sonra geri döndüler, Bahtınur tekrar Murat'ın köyünden geçerken hüzünlendi. Yarın buraya gelip rüyada gördüğüm kulübenin yanına gideceğim diye kendisini şartlandırdı. Ama bunu dedesine söylemedi.
Gece yatmadan önce durumu kızlara anlattı. Kızlar yarın Murat'ın köyüne gideceğiz. Rüyamda gördüğüm kulübeyi bulup içini kontrol edelim. Rüyamda Murat oradaydı. Belki hala oradadır, belki de kemikleri duruyordu diyerek içini çekti. Biraz daha konuştuktan sonra uyudular.
***
Sabah dokuz gibi kahvaltılarını yapıp, Muğla'daki arkadaşların yanına gideceğiz diyerek evden çıktılar. Şanslarına hava kapalıydı, muhtemelen bir kaç saate yağmur yağabilirdi. Tedbir olarak yağmurluklarını da yanlarına aldılar.
Arabasını, gidebildiği yere kadar sürdü Bahtınur. Daha ileriye arabayla gitmek mümkün değildi. Arabayı güvenli şekilde park edip, yürümeye başladılar. Hava iyice kararmıştı. Birazdan yağmur başlar dedi Pınar. Beş on dakika sonrada yağmaya başladı.
Bahtınur rüyasında gördüğü kulübeyi arayıp bulmak istiyordu. Fakat, tam olarak hangi tarafa gideceğini kestiremedi. Sonra, içindeki sesi dinleyerek, sağ taraftaki patika yola takılıp, yürümeye devam ettiler. Yükseklere çıktıkça hava soğuyor, güçleri tükeniyordu.Bahtınur, rüyamda da aynı bu şekilde yağmur yağmıştı dedi. Belki de bu bir işarettir.
Yarım saatten fazla yürüdüler baş yukarı. Bir yarım saatte kulübenin olduğu bölgeyi bulmak için uğraştılar. Yağmurun şiddeti artıyor, gök gürlüyordu. Fakat ne kulübe, nede başka bir şey vardı.
Bir patika yol gördü Bahtınur, yatay bir şekilde gidiyordu bu yol. Buldum dedi. Rüyamda da buna benzer bir patika yol görmüştüm. Bahtınur önde, kızlar arkada yürümeye devam ettiler.
İşte şu sık ağaçların ortasında olmalı kulübe diyerek, sık ağaçların olduğu tarafa doğru koşmaya başladı. Sık ağaçların içine girdiğinde kulübenin olmadığını fark etti. Kulübe falan yoktu ortalıkta.
Kahrolmuş, hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Ayşe, yedi sekiz metre ileride bir oyuk gördü. Kızlar bakın orada bir oyuk var, küçük bir mağara gibi. İsterseniz yağmur dinene kadar bekleyelim orada, dedi. Ağlamanın hiçbir faydasının olmayacağının farkına varan Bahtınur, arkadaşlarıyla beraber oyuğa doğru yürümeye başladı.
Burası ne acayip bir yer dedi Dicle. Kimse uğramıyor herhalde. Ağaçlar çok sıktı, uzun zamandır kimsenin girmediği belliydi.
Oyuk, dışarıdan küçük gibi görünse de, bayağı büyüktü. İleriye doğru uzayan, ilerileri karanlık olduğu için görünmeye koskoca mağaraydı aslında burası.
Bahtınur telefon ışığını yakıp biraz yürümeye başladı. Up uzun bir tüneli andıran koskoca bir mağaranın içinde olduklarını anladılar.
Beş altı metre kadar yürüdü ve ayağına bir şey takıldı. Eğilip onu aldı. Ayağına takılan bir sopaydı. Demek ki, bizden öncede gelen olmuş buraya diyerek arkadaşlarının yanına geri döndü.
Sopa elindeydi. Dışarıya iyice çıkıp, sopayı kontrol etti. Biraz inceledikten sonra, yağan yağmura aldırmadan yere çöktü. Bunu gören arkadaşları Bahtınur'un yanına koştu.
Canım ne oldu diye sordu Ayşe.
Bahtınur sopayı Ayşe'ye gösterdi. Sopanın üstünde özenli şekilde yazılmış bazı yazılar vardı. Muhtemelen Osmanlıca olmalıydı, fakat Bahtınur çözemiyordu.
Ne den sustun canım, diye tekrarladı Ayşe sorusunu.
Bu sopa onundu Ayşe. Bu onun, Muradımın sopasıydı dedi...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Can ile Nas'ın Savaşı
TerrorDaha önce okuduğunuz korku hikayelerini bir kenara bırakın... Korkuyla ümidin, sevgiyle nefretin içinde bulacaksınız kendinizi. Korkudan diliniz tutulurken, üzüntüden burnunuzun direği kırılacak.... Göz yaşlarına hakim olamayacaksınız. Çok yakınd...