Bölüm 10-1

553 30 19
                                    

1 HAFTA SONRA

Bahtınur, iki gün önce gördüğü rüyanın etkisinden hala çıkamamıştı. Elinde sıkıca tuttuğu sopayı yatağının kenarına bırakarak başını yastığa koydu. Karar vermişti artık. Sabah daha güneş doğmadan yola çıkıp, herkesten habersiz, tek başına mağaraya girerek inceleme yapacaktı.

Gördüğü rüyanın bir işaret olduğuna inandırdı kendisini. Belki Murat yanlışlıkla oraya girmiş ve geri çıkamadan oracıkta ölmüş olabilirdi. Canlı olarak görmesi imkânsız olsa da, en azından kurumuş kemiklerini bulur, ona bir mezar yapabilirdi. Mantıksız hiçbir iş yapmayan Bahtınur, bu giriştiği işte mantık aramıyordu.

Girişi ufacık bir oyuk olmasına rağmen, gittikçe genişleyen o mağaranın içinde, mutlaka gizli kalmış bir şeyler olmalıydı. Belki aklını, çocukluğundan beri kurcalayan soruların cevapları orada gizliydi. Aslına bakılırsa, aklını kurcalayan şeylerin ne olduğunu bile tam bilemiyordu. Soru mu, yoksa daha önce sorulmuş soruların cevaplarımı...

Biraz önce yatağının yanına bıraktığı, Murattan yadigâr sopaya bakıp gözlerini yumdu.

***

Telefonun alarmı çaldığında daha güneş doğmamıştı. Diğer arkadaşları mışıl mışıl uyumakla meşgulken Bahtınur, usul adımlarla evden çıktı. Arkadaşlarına erkenden evden çıkması gerektiğini, akşam belki gelemeyeceğini önceden haber vermişti. Nedenini soran Arkadaşlarına; gelince anlatırım, ama şuan söyleyemem diyerek, sorularını cevapsız bıraktı.

Yolda giderken Çanakkale'ye uğramayı ve mezarcı dedeyi görmeyi düşündü, fakat yolun iyice uzayacağını bildiği için, bu düşünceyi yaz tatilinde gerçekleştirmek adına, vazgeçti.

Birkaç kere molanın ardından, öğleden sonra saat üç gibi, mağaraya en yakın köye varıp arabasını park etti. Havanın kapalı ve soğuk olmasından dolayı montunu üstüne giyerek, sırt çantasını omzuna taktı ve tek başına yürümeye başladı.

Mantıksız hiçbir iş yapmayan Bahtınur, bu giriştiği işte mantık aramıyordu.

***

Bahtınur tüm teçhizatını hazırlamış bir şekilde ve mağaraya girmeden önce, cesaretini toplamaya çalışıyordu. Mağara önüne gelene kadar ki cesareti gitmiş, yerini hafiften korkuya bırakmıştı. Elinde sıkıca tuttuğu Murat'ın sobasının üstündeki yazıyı son bir kez daha okudu. Bedeninle değil, ruhunla ara beni. Gözlerinle değil, ancak kalbinle görürsün...

Arkadaşları ve Ailesi dâhil olmak üzere kimseye haber vermemiş; tek başına, mahiyetini bilmediği bu dipsiz mağaraya ilk adımını atmak üzereydi.

Murat'ı, rüyasında gördüğü gibi canlı kanlı görmesine imkân yoktu elbette. Fakat canlı olarak görmese de, en azından kemiklerini bulmayı istiyordu. Böylelikle içinde yanan ateşi biraz olsun dindirebilecekti.

Hava kapalı ve soğuktu, yağmur yağmak üzereydi. Şimşekler çakıyor, ama sesi değil, sadece ışıkları görünüyordu. Mevsimlerden ilkbahar olmasından mütevellit, hava çoğu zaman yağışlı oluyordu.

Mağaranın içi çok karanlıktı, havanın da kapalı olması iyice karanlık hale gelmişti. Yanında getirdiği fenerleri son bir kez kontrol etti. Yanında; iki tane şarjı fullenmiş büyük el feneri. Bir tane de cebinde küçük pilli cep feneri vardı.

Cesaretini toplayıp, ciğerlerine son bir nefes çektikten sonra, dibi belli olmayan ve okyanusu anımsatan mağaranın içine doğru yürümeye başladı.

Dışarıdan bakıldığında ufak bir oyuk gibi görünen, fakat içine girildiğinde büyüdükçe büyüyen bir yerdi burası. Küçük adımlarla otuz- kırk metre kadar yürüdü. Mağara burada biter sanmıştı, ama bitmiyor daha da devam ediyordu.

Gördüğü manzaralar, rüyasındaki gibi karmaşık değildi. Tavandan damlayan birkaç su damlası vardı, fakat damladığı yerde göl falan oluşmamıştı.

Yürüdükçe içindeki korku artmaya başladı. İlerledikçe, tek gelmenin mantıklı olmadığını, başına bir şey gelse, bu dipsiz kuyudan çıkamayacağını anlamıştı. Mağaranın içindeki yol büküldüğü için, giriş yaptığı oyuktan içeri sızan güneş ışıklarını da göremez oldu.

İçeride rüzgâr akımı vardı, nefes almakta zorlanmıyordu. Rüzgâr akımının olması, bu mağaranın başka bir çıkışının olduğunun kanıtıydı. Belki de, rüyasında gördüğü manzarayı tekrar görecek, beş yüz yıl öncesine gitmiş olacaktı.

Bahtınur, fenerinin ışık şiddetini en sona aldı ve ileriye tuttu. Mağara, daha ilerilere kadar devam ediyordu. Biraz tereddüt ettikten sonra, yavaş adımlarla yürümeye devam etti. Kırk-elli adımdan sonra, yol ikiye ayrıldı. Giriş kısmına eğilerek girilen oyuğun içinden ikiye ayrılan yollarının olması, buranın daha önce başka amaçlarda kullanıldığını gösteriyordu. Bahtınur belki de yer altı şehrine giden bir tünelin başındaydı. Belki de, ucu olmayan bir girdabın sonunda olmalıydı.

Sol tarafa giden yol kısmen kapalı, sağ taraftaki yoldan da soğuk rüzgârlar esiyordu. Sağ tarafa yönelip birkaç adım attı, ama daha ileriye gitmeye cesaret edemedi. Esen rüzgârın sesi ve şiddeti, yürüdükçe daha da artmıştı. Sanki bir şeyler onun yürümesini engelliyordu. Mecburi olarak geri döndü, birkaç adım atmıştı ki ayağına bir şey takıldı. Feneriyle yere baktığında, yerde ufak bir defterin olduğunu gördü. İlk sayfasında Arapça beslemele yazılıydı. Hemen defteri bükerek cebine koydu ve hızlı adımlarla çıkışa doğru yürümeye başladı.

Çıkışa vardığında, dışarıda yağmurun başladığını fark etti. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Kafasını oyuktan dışarı çıkartıp sağa sola baktı. Sağ tarafta, az ileri de, üç tane kuzu yerdeki otları yemekle meşguldü. Sanki hiç yağmur yağmıyor ve şimşek çakmıyormuş gibi, küçük kuzular afiyetle yerdeki otları yiyordu.

Yanlarında hiç kimse olmayan kuzular, o kadar masundu ki, Bahtınur yağan yağmura aldırmadan oyuktan çıkıp kuzuların yanına gitti. Fakat Bahtınur kuzulara yaklaştıkça kuzular hareket ediyor, bir türlü Bahtınur'u yanlarına yaklaştırmıyorlardı. Tam yaklaşmak üzereyken arkadan bir hırlama sesi duydu. Korkuyla arkasını döndüğünde, beyaz bir köpeğin, Bahtınur'a kızgın bir şekilde baktığını gördü. Bahtınur, refleks olarak elindeki sopayla kendisini savunmak istedi. Köpek sopayı görünce hemen diz çöküp yere oturdu.

Köpeği tanımıştı Bahtınur, bu beyaz köpek Murat'ın yanından hiç ayrılmayan çoban köpeğiydi. Bu küçük kuzularda Murat'ın güttüğü kuzular olmalıydı. Ama imkânsızdı. Murat kaybolalı neredeyse 4-5 yıl olmuştu. Bu kuzular, ancak bir veya iki hafta önce dünyaya gelmiş gibiydi. Şuan karşısında duran beyaz köpekte hiç değişmemişti.

Bahtınur bunları düşünürken kendinden geçmişti. Yüksek ses ile çakan şimşeğin sesiyle kendine geldi ve elindeki sopa ani bir şekilde birkaç metre ileriye düşürdü. Düşen sopa tam köpeğin önündeydi. Köpek, sopanın yanına yaklaşıp, ağzıyla sopayı kavrayarak koşmaya başladı. Az ileride, sık ağaçların bulunduğu bir yere gidip ağaçların arasında kayboldu.

Bahtınur arkasından takip etti köpeği, girdiği sık ağaçların arasına oda girdi. Gördüğü manzara karşısından hayretlere kapılmıştı. Meğerse aradıkları kulübe köpeğin girdiği sık ağaçların içindeymiş. Bahtınur oyuğun olduğu yeri kulübenin olduğu yer sanmıştı, oysaki, kulübe az ilerideydi. Kulübenin kapısını tıklatmaya korkuyordu. Rüyasında gördüğü gibi hem yağmur yağıyordu, hem de kulübenin bacasından duman tütüyordu.

Rüyası gerçek olursa eğer; karşısına Murat çıkmalıydı. Fakat içindeki korkusu gittikçe çoğalıyordu. Kulübenin kapısını çalmaya cesaret edemedi. İçinden bir ses bakmasını, başka bir ses de kaçmasını telkin ediyordu. Birkaç saniye ikilemde kaldıktan sonra, yavaş adımlarla kulübeye yaklaştı ve usulca kapıyı tıklattı.

Can ile Nas'ın SavaşıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin