''Dicle, nasıl oldun canım kızım. Güzel kuzum benim''
Bu sual, üç günden beridir yoğun bakımda yatan ve anca yeni yeni kendisine gelmeye başlayan Dicle'nin; şefkat ve üzüntüyle kızını izleyen, perişan haldeki annesindendi. Ufak bir namaz arası vermiş ve dönüşte, biricik kuzusunun gözlerinin açıp, kendisine gelmeye başladığını görünce sevinçten ne yapacağını bilememiş ve heyecanla bunları söylemişti.
''İyiyim canım annem iyiyim, korkmayın'' diye cevap verdi Dicle, yerinden doğrulup, gözü yaşlanmış annesinin, yaşlı gözlerine bakarak.
***
Üç gün önce, Cin çağırma ritüelinden;
Samir'in gözleri Bahtınur'un üzerindeydi, ama bazen Dicle'ye de yoğunlaştırıyordu bakışlarını. Önüne açtığı eski kitaptan bir şeyler okuyup, önünde yanan kâsenin içine üfleyip durdu.
''Herkes gözlerini kapatıp, başını masanın üstüne koysun lütfen'' dedi Samir, masa başındaki on kişiyi baştan sona süzmesiyle beraber. Masa etrafındaki kişiler birbirlerine bakıp garipsemişlerdi. Biz buraya Cin'in geldiğine şahit olmak için geldik, ama sen görmemize mani oluyorsun, gibisinden mırıldanmalar oluştu.
''Lütfen, Gelince geldiğini hissettirecek zaten sizlere'' diye sözünün yineledi Samir. Bu sözden sonra herkes gözlerinin kapatıp, başını masanın üstüne koydular.
Samir, sürekli kitaptan bir şeyler okuyup kâsenin içine üflüyordu. Kâsedeki alev önce artıyor, sonra azalıp sönüyor, ardından duman çıkarıyordu.
Birkaç dakika bu şekil devam ettikten sonra, Samir sesli bir şeyler söylemeye başladı. İlk başta anlaşılmayan dilden konuşurken, sonra Türkçe kelimeler ile konuşmaya devam etti. Birkaç dakika sonra, şunları söyledi:
''Ey ateşin oğlu, Ey Hanzap kabilesinin padişahı Ukbe bin Ebî Muayt, geldiysen haber ver bizlere.'' Bahtınur dikkat kesilmiş bir şekilde, Samir'in söylediklerini dinlemekteydi. Bir miktar sonra Samir'in de sesi kesildi. Aradan birkaç dakika daha geçti.
Bahtınur, Hafiften oturduğu sandalyenin titrediğini hissetti, ya da öyle sandı. Başının kaldırıp baktığında, herkesin başını masaya koydukları gibi kaldıklarını gördü. Sanki hepsi bayılmış gibiydi. Bahtınurda da bir sersemlik peyda olmuştu aslında. Çıkan dumanın etkisinden dolayı olmalıydı yaşadığı bu baygınlık hali.
Samir de aynı şekilde başını masanın üstüne koymuş bir şekilde bekliyordu. Ardından başını tekrar kollarının üstüne koydu Bahtınur ve beklemeye devam etti.
Kısa bir süre sonra oturduğu sandalye tekrar titremeye başladı, ama öncekinden daha fazla, sonra durdu. Fakat daha sonra, daha şiddetli bir şekilde titremeye, hatta ileri geri hareket etmeye başladı. Bu sefer dayanamadı Bahtınur, başını kaldırdı masanın üstünden, gözlerini açmak istiyordu. Ama ne ile karşılaşacağının bilemediği için de korkuyordu.
Cin geldi mi yoksa, geldiğini böyle mi ifade ediyor...
Sandalyede şiddetini daha da arttırmıştı. Dayanamayıp gözlerini tekrar açtı.
***
Gözlerini açtığında bir masanın etrafında değildi. Sağında Ayşe, solunda Pınar yoktu, Dicle hiç görünmüyordu. Boş bir alanda yapayalnız kalmış, bilmediği bir yöne doğru koşuyordu.
''Neredeyim ben, ne işim var burada.''
Toprak bir yolda Bahtınur, etrafı yeşillik, hafiften yağmur yağıyor. Koşuyor, ama neden, kimden koştuğunu bilmeden. Sanki birisi kovalıyor gibi, yakalanmamak adına, son nefesine kadar koşuyor durmadan.
Az ileride bir ağaç var, geniş dallı, gür yapraklı, şiddeti artan yağmurdan korunurum ümidiyle ağacın yanına koşuyor.
''Samet, ne işin var burada.''
Ağacın yanına vardığında, köküne sırtını yaslayıp oturan birisini görüyor Bahtınur. Arkası dönük oturan kişi, elindeki bıçak ile bir şeyler kesiyordu. Yanına gittiğinde o kişinin Samet olduğunun anladı.
''Ben hep buradaydım Bahtınur, asıl senin ne işin var.''
Bahtınur korku ve şaşkınlıktan dolayı söyleyecek kelime bulamadan Samet'i izliyordu sürekli. Samet elindeki bıçak ile beraber, bir kısmını bacağının altına aldığı, sopaya benzer bir şeyin üstünü kazıyordu.
Bahtınur, birkaç kez yutkunduktan sonra, konuşmayı başardı. ''O elindeki ne Samet,'' diye sordu. Samet cevap vermeden elindeki sopanın üstündeki yazıları kazımaya devam etti.
Bahtınur, ''dur'' diye seslendi Samet'e. ''Lütfen yapma, dokunma ona.''
''Hayır Bahtınur, bu yazıları silmem lazım. Yoksa Ukbe bin Ebî Muayt kızar bana'' diye bıçağıyla sopanın üstündeki yazıları tıraşlamaya devam etti.
''Bedeninle değil, ruhunla ara beni. Gözlerinle değil, ancak kalbinle görürsün...''
Samet'in elinde tuttuğu sopa, Murat'ın sopasından başkası değildi. Murat'ın Bahtınur'a mesajı olan bu pusulayı yok etmek istiyordu.
''Ver çabuk onu bana Samet'' diye bağırdı Bahtınur, ''o benim Murat'ımın sopası.''
''Evet biliyorum. Ama veremem. Ukbe bin Ebî Muayt kazımamı istedi.''
Bahtınur almak için yeltense de başarılı olamadı. Samet'e beli bir mesafeden başka yaklaşamıyordu.
''Peki, nerede bu Ukbe bin Ebî Muayt söyle bana Samet'' diye sordu Bahtınur. Samet, hiç konuşmadan, eliyle karşıdaki bir dağı gösterdi. '' Ukbe bin Ebî Muayt o dağın başında, ama gitsen de göremezsin.''
Samet'in gösterdiği dağa baktı Bahtınur. Başı dumanlı, çıkılması zor bir dağa benziyordu. Biraz daha dikkat kesildikten sonra; bu dağ, Murat'ın sopasını bulduğum, oyuğun ve kulübenin olduğu dağ değil miydi? Diye soru kendi kendine. Evet, tanımıştı dağı, ama şuan dağın diğer tarafında duruyorlardı.
''Bu sopayı buradan mı buldun Samet'' diye sordu Bahtınur, hala sopanın üstündeki yazıyı silmeye çalışan Samet'e dönerek.
''Evet, bu sopa bu dağdaki mağaradan bulundu. Ama bulan ben değilim'' diye cevap verdi.
''Kim buldu'' diye sordu Bahtınur.
''Sen buldun ya'' diye cevap verdi Samet.
Peki sende ne işi var?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Can ile Nas'ın Savaşı
HororDaha önce okuduğunuz korku hikayelerini bir kenara bırakın... Korkuyla ümidin, sevgiyle nefretin içinde bulacaksınız kendinizi. Korkudan diliniz tutulurken, üzüntüden burnunuzun direği kırılacak.... Göz yaşlarına hakim olamayacaksınız. Çok yakınd...