Bölüm şarkısı: Melek Mosso-Keklik Gibi
Perdenin aralık kısmından süzülen güneş ışığı vuruyordu yüzüne. Dün geceden sonra, sabahın olmasını istememişti hiç. Her yer karanlık olsaydı, göz gözü görmeseydi, kimse kimseye bulaşmasaydı... Ne iyi olurdu? Sabah oldu da ne oldu sanki? Ne değişti? Yeni bir gün, yeni bilinmezlikler, belki de yeni umutsuzluklar, zorlamalar, kırıklıklar... Kararan her gecenin, aydınlık bir sabahı olduğu yani her umutsuzluğun, bir sonu olduğu söylenir. Hani nerede?
Boylu boyunca uzanıyordu yatakta. Siz deyin hareketsizce, o desin ölü gibi. Dün geceden bu yana, bırakıldığı yatağın üzerinden milim olsun hareket etmemişti. Savaş'ın, verdiği kıyafetleri giyinmek için bile kalkmamıştı yerinden. Islak saçları ve bedenindeki nemli bornoz, kendi kendine kurumuştu üzerinde. Bacaklarını sıkıca birbirine kenetlemiş ve karnına kadar çekmişti. Kollarını da önünde birleştirmişti. Yüzüstü değil de yana doğru dönüktü bedeni.
Geceden beri eşlik eden göz yaşları, dakikalar önce dinmişti. Ağlamaktan, bir damla da olsa yaş kalmamıştı gözlerinde. Bundan dolayıdır ki, kırpamaz hale gelmişti kirpiklerini. Uyumamıştı da hiç. Geceyi sabah etmiş, öylece beklemişti. Tüm bunların hepsi üst üste binince, tarif edemeyeceği bir acı ve şişkinlik yer etmişti göz kapaklarında.
Dün gece yaşananlar, kazınmıştı aklına. Geriye itmeye çalışsa da akın ediyordu sürekli. Öyle bir şeyin içine düşmüştü ki, hatırladıkça acı bir yumru oturuyordu boğazına. İçine çöreklenen hüznü saymıyordu bile, bedeninin en ücra köşesi bile, bu duyguyla kaplanmıştı. Kasıklarındaki ağrı yüzünden, her şeyi anbean tekrardan yaşıyordu. Bu kadar acıması normal miydi? Aslında, beklediği kadar da kötü davranmamıştı Savaş. Muhtemelen daha hazır olmadığından, neyin nasıl olacağını bilmediğinden, korkmasından ileri gelmişti her şey. Çok fazla kasmıştı bedenini, canının sökülecekmiş gibi acımasının en büyük nedeni de buydu demek ki.
Neler neler düşünmüştü sabaha kadar... Umutsuzluk, bir leke gibi sinmişti üzerine. Sahi, bugüne kadar nasıl yaşamıştı bu lekeyle? Okulunun en çalışkan öğrencisiyken, almışlardı onu, liseye bile göndermemişlerdi. Babası ölmüş, annesi gitmiş, yengesi huzur vermemiş, amcası onu satmış, kısacası tam anlamıyla bir ailesi olmamıştı hiç. Eğer, olur da bir gün evlenirse, ailesinin kocaman olmasını ve onlar tarafından çok sevilmeyi istemişti hep. Bunu umut ederek yaşamıştı, böyle geçirmişti yıllarını. Her ne kadar birliktelik yaşamış olsalar da kocası tarafından sevilmediğini biliyordu. Buradan şu sonuca varabilirdi: Kurduğu hayaller suya düşmüş, istekleri tepetaklak olmuştu. Bu hayatta var olması için bir neden yokken, yaşamaya itmişti kendini. O olmazsa, bu olur diyerek doldurmuştu vaktini. Ancak görüyordu, hepsi boştu.
Savaş'la evlenmeseydi, tüm bunlar yaşanmasaydı ne olurdu peki? Yengesinin doldurmalarına kanan amcası, onu yine hiç istemediği biriyle evlendirecekti. Bu evlilik, öyle ya da böyle bir şekilde devam edecek, kendisinin söz hakkı olmayacaktı hiç. Başına ne gelirse gelsin, döneceği bir evi olmayacaktı, aynı şu an da olduğu gibi. Hiçliğe mahkum olacaktı, boyun eğecekti olan bitene. En azından, onu sevmese bile saygı duyacağını söylemişti Savaş. Bu evliliğin, belirsizliklerden ibaret olduğunu düşünse de içinden bir ses Savaş'ın sözlerine inanmayı çoktan seçmişti. Sevilmediği, saygının olmadığı bir evliliktense, şu an yaşadığı durumu yani sevilmeyip, saygı duyulmayı kabul edebilirdi.
Defne, geceden beri kaybolduğu düşüncelerinin içinde sendelerken, odanın kapısı açıldı birden. Kimin geldiğini bilmediğinden ve ani sesten korktuğundan, hızlı bir şekilde toparlandı yerinde. Aniden, kasıklarına giren ağrı yüzünden, ufak çaplı bir inilti koptu dudaklarından. Acısına odaklandığından, kimin geldiğini göremedi. Ancak, duyduğu sesin şaşkınlığından kaldırabildi başını.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UMUTSUZ
General FictionKapak tasarımı için @bsudeee ye çok teşekkür ederim 💜 13.08.2019- Umutsuz'un ilk yayımlandığı tarih