-
Birkaç sene sonra..
Küçük bavulumu sürükledikten sonra titredim. Hava buz gibiydi. Kar yağışlarının beklenildiği söyleniyordu. Siyah eldivenlerimi giydikten sonra şoför bavulumu bagaja koyarken arabaya bindim. İhtiyar cama doğru yaklaşınca tuşa basarak camı indirdim.
''Şimdi mutlu musun?''
''Ne için?''
''Irak'a gideceğin için.''
''İşimi yapıp döneceğim.''
''Bir haftan var. İki kişi döneceksiniz.'' Bu söylediğinden sonra duraksadım ve daha sonra camı kapattım. Şoföre elimle gitmesini söyledikten sonra arkama yaslandım. Oturduğum yerden şarjöre mermileri yerleştirirken telefonuma gelen mesajla şarjörü taktım ve silahı kenara bıraktım. Zümrüt konum atmıştı.
''Sağa çek.''
Adam konuşmadan arabayı sağa çekti. O sağa çektikten sonra arabadan inip onunda inmesini emrettim. Suratıma alık alık bakarken belimdeki silahı çıkardım. ''İniyor musun?''
O arabadan indikten sonra sürücü koltuğuna oturup arabayı çalıştırdım. Yola onunla devam etmeyecektim. Bu yolun yıllarca hayalini kurdum. Tek başıma gideceğim.
-
Erbil'e geldiğimde hava kararmıştı. Burada hava karanlıkken ortalık pek tekin olmuyordu. Zümrüt'ün attığı konumu açtım ve yola devam ettim. Çok az kalmıştı. Etrafa bakıp tarif ettiği binayı arıyordum. Kenarları yıkık , yıpranmış binayı gördükten sonra arabayı garaja park edip arabadan indim. O kadar saat yol gelmiştim ve sadece bir saat yemek molası vermiştim. Bacaklarım uyuşmuştu. Cebimden bir sigara yaktıktan sonra çantamı aldım ve yürümeye başladım. Koridorun sonunda Zümrüt'ü görünce duraksadım. Başta uzaktan tanıyamamıştım. Onu görmeyeli uzun zaman olmuştu.
Eve kıyasla buraya geldikten dört yıl sonra beni arayıp konuşmak istediğini söylemişti. O zamanlar şaşırmıştım. Her şeyi şimdi daha iyi anlıyorum.
Ona yaklaştıktan sonra sigarayı söndürüp kenara attım ve sarıldım. Kürtçe konuşmaya başladık.
''Görüşmeyeli nasılsın?''
''İyi diyelim. Sen?''
''Seni gördüm daha iyi oldum.'' dedi gülümseyerek. Çocuk aklımla olsa da ta o zamanlar anlamıştım Zümrüt'ün farklı olduğunu. Zümrüt'ün ana dili Kürtçeydi. Türkçede biliyordu ama ana diline kıyasla daha acemice. O önden ben arkasından iki kat yukarı çıktık. Yatakta yatan bir adam vardı. Başında beyaz bir bez sayıklayarak yatıyordu. Tam kapının karşısında da camdan bakan uzun boylu bir adam vardı.
''Yazdıklarını bulduk. Dolabın içerisinde. Kurşun yarası. Çok kan kaybetti.''
Adamı muayene etmeye başladım. Çok kan kaybetmişti. Kurşun karnının sağ tarafına denk gelmişti. Ama eğer biraz daha sola gelseydi şu an yaşamıyor olabilirdi. Gözlerini araladıktan sonra yüzüme bakıp konuşmaya çalıştı. Sözünü kestim.
''Kan grubunu biliyor musun?''
''A RH pozitif.'' dedi solgun yüzü ve kısık sesiyle. Benim kanım uymuyordu. Kan takviyesi yapmam gerekiyordu.
''Zümrüt?''
''Ben kan grubumu bilmiyorum.''
''Ben kan veririm. Benimkiyle aynı.'' Camda duran adamın konuşmasıyla bir an yüzümü yatan adamın yüzünden kaldıramadım. Akın'dı. Senelerce beklediğim adam. Bir anına bir ömür feda ettiğim adamdı. Bize doğru yaklaşıyordu. Ayak sesleri geldikçe ürperiyordum. Ama ya kokusu? O parfüm kokusu artık gelmiyordu. Başımı usulca kaldırıp ona baktım.
''Şöyle otur.'' dedim sandalyeyi göstererek. Senelerce bu anın hayalini kurmuştum. Uyumadan önceleri , yemek yerken , ders çalışırken , staj yaparken.. Ve şimdi bu an gelmişti. Benimse ilk söylediğim şey 'şöyle otur' demek olmuştu. Aldırmadım. O köprünün altından çok su geçmişti.
-
Kurşunu alıp yarayı diktikten sonra yatağın tam karşısındaki duvarda yere çökmüş sırtımı duvara yaslamıştım. Zümrüt'te diğer tek kişilik yatakta yatıyordu. Kocaman bir odaydı. Belki eski kullanılmayan bir hastane. Çok hijyenik değildi ama şartlar böyleydi.
Soğuktan ellerim üşüyordu. Eldivenleriminse nerede olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Ayağa kalktıktan sonra kapıya düşen gölgeye baktım. Belimdeki silahı çıkartıp kapıya doğru yaklaştım. Akın'ın yüzüyle karşılaştım. Silahı indirirken hâlâ suratına bakıyordum.
''Beni mi vuracaksın?''
Sessiz kalmayı tercih ettim. Eliyle gelmemi söyleyince peşinden gittim. En üst kata o önde ben arkada çıktık. Çatıya çıkacağımızı düşünürken sağda duran bir odaya girdik. Oda küçüktü. Bir masa ve dolap vardı sadece. Sandalye yoktu. Ayakta konuşacaktık. Kapıyı ardımdan kapattım. Karşımda durmuş beni inceliyordu.
Bende onu incelemeye başladım. Sakalları hafif uzundu. Gözleri odanın basık havasından olsa gerek koyu maviydi. Saçlarında ara ara beyazlıklar vardı. Üzerinde siyah balıkçı yaka bir kazak ve askeri yeşili bir montu vardı. Yorgun görünüyordu.
''Değişmişsin.''
''Sende öyle.''
Dedikten sonra gözleri gözlerimden ayrıldı. Sol bileğimi tutup kazağımı sıyırdı. Sonra yüzündeki yorgunlukla gülümsedi.
''Bu saat. Bu saat o saat.'' Bileğimi ellerinden kurtarınca tekrar gözlerime baktı. Suratı şimdi tekrar ciddiydi. Ama bende ciddiydim.
''Arkasındaki kağıda hiç ihtiyaç duydun mu?''
''Duymadım. Kenan hep yanımdaydı.''
''Amcama adıyla mı sesleniyorsun?'' Şaşkın duruyordu.
''Geçmişten söz etmek gibi bir niyetim yok. Doktor öldüğü için buradayım. Daha fazla yaralı bekliyordum. Bir hafta denmişti ama yarın dönebiliriz.''
''On sekiz.''
''Anlamadım?''
''On sekiz yaralı vardı. Hepsi öldü.''
''Üzgünüm.''
''Toplamam gereken eşyalar var. Şirkette imzalanması gerekenler. Yarın gece yola çıkarız.''
''Biz gidince içerideki hasta ne olacak?''
Gözlerime daha keskin bakıyordu. Sanki düşmanıymışım gibi. ''Sen elinden geleni yaptın doktor. Yaşarsa yaşar ölürse ölür.''
-
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BELA
Action* Yağmurdan siyah saçları hafif ıslanmış , yeşil gözlerine hafif su inmiş sert suratıyla bana bakıyordu. Yaşlı değildi. Aksine aramızda çok yaş farkı var gibi durmuyordu. Yüzüme donuk suratıyla bakmaya devam ediyordu. ''Saati ver.'' *