29

134 55 4
                                    

-

''Şimdi silahları nasıl bulacağız?''

Onunda bir şey bilmediğine emindim. Gözlerini benden ayırdıktan sonra Serdar'a döndü. Eğilip ceplerini karıştırdıktan sonra telefonunu aldığını gördüm. Telefon kilidini Serdar'ın parmağını okutarak açtı. Onunla beraber bende telefona bakmaya başladım. Mesajlara girdiğinde Penguen adlı birinden konum geldiğini görünce bir şey söylemeden beraber aşağı indik. Bizim adamlara göz ucuyla baktıktan sonra konuştum.

''Yaralı var mı?''

''Ercan kurşun yedi. Omzundan.''

Telefonumu açıp hızla rehbere girdim. Aceleden ellerim titriyordu. Muzo yazan kişiye tıkladıktan sonra numarasını kopyalayarak Ercan'a gönderdim. Sonra Muzo'ya kısa bir mesajla Ercan'ın numarasını attım.

''Birazdan Muzo buraya gelecek. Muzo doktor , benim arkadaşım. Ahmet sen Ercan'ın yanında kal. Muzo geldiğinde ve iyi olduğunda her saati rapor olarak istiyorum. Kalanlar bizimle geliyor.''

Başıyla 'teşekkür' demeye çalışan Ercan'a gülümsedikten sonra arabaya doğru koştum. Akın çoktan arabayı çalıştırmıştı. Arabaya bindikten sonra hızla oradan ayrıldık.

Yaklaşık yarım saat bir yolculuktan sonra konuma gelebilmiştik. Akın'ın hızlı gitmesine rağmen yol uzun sürmüştü. Klasik binalardan oluşan caddeye geldiğimizde konumun gösterdiği yere doğru ilerledik. Ara sokaktaki binanın altındaki dükkana yavaşça girdik. Kimse yok gibi duruyordu. Elimizdeki silahlarla yavaş adım atarak ilerliyorduk. Büyük bir yerdi. Tamirhane olarak kullanılıyordu belli ki. Ama her şey çok eskiydi. Tavanda küçük bir lamba koca yeri aydınlatmak için çırpınıyordu. Ama o son adımı attıktan sonra odadan siyah giyimli bir adam çıktı. Arkasından ordu kadar adam geliyordu. Sahi onların hepsi oraya nasıl sığmıştı?

''Sürpriz!''

-

Gözlerimi açtığımda karşımda bir televizyon sağımda bir masa vardı. Bir sandalyeye ipler yardımıyla bağlanmıştım. Üzerimdeki mont ısınmama yetmiyordu. Burnum soğuktan sızlarken ellerimin üzerindeki deriler kendini soğuğa bırakarak çatlıyordu. Hava çok soğuktu.

Bir süre etrafımda göz gezdirdim. Eski duvar kağıtları rutubetlenmişti. Odanın içerisi zaten leş gibi kokuyordu. Neyse ki pahalı parfümümün kokusu bana kadar geliyordu..

Karşımdaki televizyonun açılmasıyla televizyona döndüm.

''Merhaba Bela hanım. Sizi bir süre misafir edeceğiz. Yeni silahları aldıktan sonra anlaşmaya göre ya sizi öldüreceğiz ya da ailenize teslim edeceğiz. Umalım da anlaşmamızı kabul etsinler..'' Gülümsüyordu. Sanki normal bir şey söylermiş gibi..

''Anlaşma ne?''

''Aldığımız silahlar kadar daha silah istiyoruz. Silahlar gelirse sizi teslim edeceğiz. Gelmezse de öldürmeyi planlıyoruz.'' Bu cümlede tek eksik 'hayırlısıyla' kelimesiydi. Gelmezse de hayırlısıyla sizi öldürmeyi planlıyoruz. Tam konuşmaya yeltenecektim ki televizyon kapandı. İhtiyarın bu gibi durumlarda ne yapacağıma dair söylediklerini hatırlayarak ayaklarıma bağlanmış ipi sandalye kenarlarına sürtmeye başladım. Kemerimdeki bıçağa ulaşabilirsem buradan kurtulabilirdim. Ağzımla belime yaklaşmaya çalışsam da bunun imkansız olduğunu anladım. Ellerimi arkamda duracak şekilde bağlamaları beni zor duruma sokuyordu. Şimdi de saçım gözümün önüne gelmiş kaşındırmaya başlamıştı. Sırası mı gerçekten şu an? O sırada içeri saçları ağarmış bir adam girdi. Yaşlıydı. Hafif kilolu adamın yüzü somurtkandı. Ama ona kötü gözle düşman gibi bakamıyordum. Yüzünde yanakları sıkılası bir tip vardı. Masayı bana doğru yaklaştırdıktan sonra tepsiyi masaya bıraktı. Ne yani yüzümü tabağa mı batıracağım? Tepside bir bardak su ve çorba vardı.

''Bunları yemeniz gerek. Çünkü iki gün size yemek vermemeyi planlıyor. Yemezseniz zorluk çekersiniz. Bende zorluk çekerim size yemeği yediremediğim için.'' Ses tonu o kadar mülayim geliyordu ki ne diyeceğimi bilemedim. Başımı 'tamam' anlamında sallarken o da kaşığa çorba doldurup bana içirmeye başladı. Ayrıca iki gün demişti. Beni gerçekten burada iki gün tutabileceklerini mi sanıyorlardı? Ben kaçmasam illa ki biri beni almaya gelecekti. Akın? Acaba ona ne olmuştu?

En son hatırladığım şey kurşunlar yağarken herkesin bir tarafa saçılmasıydı. Acaba yaralanmış mıydı? Kurşunlar havada uçuşurken beni kolumdan çeken adam siyah giyimli 'Sürpriz' diye bağıran adamdı. Zaten sonrasını hatırlamıyordum.

Adam tepsiyi toparladıktan sonra gitti. Sonraki iki günde tuvalet ihtiyaçlarım için başka bir adam geldi ve ben tuvaletteyken kapıda bekledi. Ama o adamı tekrar görmedim.

-

İki gün gerçekten geçmişti. Bir terliyor bir üşüyordum. Ama genelde üşüyordum. Adamın dediği gibi yemek gelmemişti. Arada şişman bir adam geliyor bir yudum su verdikten sonra bardağı başımdan aşağı döküyordu. Artık o pahalı parfümümün kokusunu duymuyordum. Sandalyede oturmaktan belim ağrıyordu. Artık ağrı yerini ağır sızlamalara bırakmıştı. Boynumun ağrılarından bahsetmiyordum bile. Dayak yememiştim ama sanki yemiş gibiydim. Şimdi ellerimi çözse yürüyebilir miydim veya koşabilir miydim bilmiyorum..

Tam her şeyden umudumu kesmiş kambur bir şekilde otururken görmeyi istediğim kişi geldi. İlk gün bana yemek yediren adam tekrar gelmişti. Elinde bir tepsi bana bakıyordu. Onun gelmesiyle daha dik oturmaya çalıştım. Kımıldadıkça oramdan buramdan kemiklerimin kıtlama sesi geliyordu. Elindeki çorbaya kaşığı daldırıp ağzıma götürdükten sonra hızla kaşığı yercesine bir yudum aldım.

''Kaseyi ağzıma yaklaştırır mısın? Kaşıkla içmek istemiyorum.'' Biraz şaşırır biraz tebessüm edercesine kaseyi ağzıma yaklaştırıp içmeme yardımcı oldu. O sırada neredeyse fısıldayarak benimle konuştu.

''Beni buradan kurtarman gerek.''

Burada esir olan bendim ve o benden onu kurtarmamı istiyordu. O kadar yemeğe odaklanmıştım ki bir an duyamadım ve ''Anlamadım?'' diye sordum. Duyduğumdan şüphe eder olmuştum.

''Bu uzun bir hikaye. İstifa etmek istediğimde ailemle tehdit edildim. Şimdi onlar nerede bilmiyorum ve buradan gitmem de yasak. Ama sen bana bir telefonla yardım edebilirsin.''

Kaseyi bitirmiştim ama konuşabilmemiz için kaseyi hâlâ ağzımda tutuyordu.

''Ezberleyebilir misin?''

Başını heyecanla salladı. Ona kendi numaram haricinde ezbere bildiğim tek numarayı , ihtiyarın numarasını söyledim. Sonra tepsiyi toparladığı gibi hızla odadan ayrıldı. Ondaki bu çocuksu heyecan beni de kendime getirmişti. Kıpır kıpırdım şimdi. Kambur oturduğum sandalyede dik oturuyordum artık. Sanki burada değilmişim de birazdan gidecekmişim gibi. Anlık bir hevesle yerimde duramazken yemekten gelen enerjiyle ipleri sandalyeye sürtmeye devam ettim. Ayağımdaki ipler neredeyse kopma aşamasındaydı. Bir türlü başaramazken ipin bir ucunun inceldiğini fark ederek sadece oraya yoğunlaştım. İpin kopmasının ardından ayaklarımı kurtarıp oturduğum eski tahta sandalyeyi ayağımla kırarak ellerimi oradan kurtardım. Kırılan sandalyeden çivili bir tahta aldıktan sonra pis kokulu kapının arkasında beklemeye başladım. Açılan televizyonun hizasında değildim ama görebiliyordum. Aynı adam beni görmek için uğraşıyordu.

''Allah kahretsin.''

-

BELAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin