Sen...
Karanlığımın parlayan yıldızı.
Artık gecelerin ölüm sessizliğini anımsatıyordun bana. Hayatımın ışıldayan güneşiyken, artık gri bulutları aksediyordun içime. En çok da birbirimize suskun olmamız mahvediyordu beni. Sen benimleyken sessiz, ben seninleyken sensiz...
İçim gidiyordu içim. Ama seninle konuşmadığım için değildi; tanımadığım biriyle bile minik bir diyalog kurabiliyorken, yanımda oturan sana sustuğum içindi. Acaba senin de için acıyor muydu? Ah, hayır, canına iğne ucu batsa bile hissederdim ben. Ama... Belki küçük bir kıvılcım... İçinde yanıp sönen bir kıvılcım düşünebiliyordum. Elbette olanaklıydı. Tek başıma susmuyordum ya.
Kelimelerim, hâlâ dudaklarımdan dökülemeyecek kadar öksüzdü. Hoca derse girdiğinde, başımı sıramdan kaldırmamıştım bile. Ela gözlerini, o an üzerimde hissetmiştim.
Kendimi o kadar kötü hissediyordum ki, biri adımı seslenecek olsa, içimdeki bütün sıkıntıyı o kişiye dökerdim.
Ama Burcu ve kuyruğu hariçti.
Bana yaşattıklarından dolayı mıydı, bilemiyordum ama sanki sırtımda kendi bedenimden iki kat fazlasını taşıyordum. Bazen birinin bana büyü yaptığını bile düşünüyordum. Kalbimde öyle bir fırtına uğulduyordu ki, bütün kan damarlarım genizime toplanıyordu sanki. Ama senin tahtın hiç devrilmiyordu. Sanırım kalbime demirden bir çadır kurmuştun. Dışı parmaklıklarla donanmış, yıkılmaz bir çadır... Ordaydın. Parmaklıkların ardında çelikten yapılma tahtına oturmuş, kollarını ve bacaklarını da en rahat pozisyona getirmiştin.
İçimde nefes alıyordun.
Üstüme çöken ağır yükü itmek istercesine doğruldum. Güçlü olmalıydım. Aynaya baktığımda, geniş omuzlarım arkamda durmalıydı. Kumral saçlarım tekrar sırtımı dövmeliydi. En önemlisi... Yüzüm gülmeliydi.
Senelerdir ciddiyetimi koruyan bir kızdım, fakat; yüzümdeki gülümseme ilk defa, çene kaslarımdan ısrarla çıkmak istiyordu. Nasıl bu hale gelebilmiştim ki? Alt tarafı bir hafta olmuştu seninle konuşmayalı. Neden gözüme bu kadar çok gözüküyordu? Sadece bir haftaydı.
Sadece bir hafta...
"Suskunluğunla susturdun."
Bir an beynim idrak edemedi. Yanlış mı duymuştum acaba? Yoksa sahiden benimle konuşmuş muydun? Başımı sana doğru çevirdiğimde bana değil, tahtaya bakıyordun. Artık gaipten sesler de duymaya başlamıştım herhalde. Geçen hafta salatayla olan mücadelem bitmişti, şimdi de gaipten gelen seslerle uğraşıyordum. İçimdeki kasıntı durmak bilmiyordu.
Yüzünü bana dönünce, resmen gözlerinle konuşuyordum. Uzun bir süre, ela dünyanın içinde turladım. Benden bir cevap beklediğini anlayınca, çok ilginç bir şekilde sana sarılmak istedim. Bunu neden istemiştim ki? Galiba ya gerçekten saftım, ya da gerçekten çok seviyordum seni. Ah, benimle konuşmuştun!
Elbette, cevap vermedim.
Tekrar yüzünü tahtaya döndün ve ellerini birbirine kenetledin. İngilizce hocası yine deli doluydu. Her an birine patlayabilirdi. Bu kadın, neden bu kadar huysuzdu ki? Sınıfta, Mete de dahil kimsenin ingilizce dersine kabiliyeti yoktu. İyi olanlar elbette vardı ama kimse tahtaya kalkmak için canına can katmıyordu. Bu yüzden, tabiri caizse bu kadın bize koca bir işkenceydi.
"Gerçekten, sessizlik birçok sesten daha anlamlıymış." dedin hiç yüzüme bakmadan. "Çok anlamlısın."
Donuk bir vaziyette gözlerim sende takılı kalmıştı. Senin için ne anlam ifade ediyordum ki? Yanağımın içini dişleyerek, seni incelemeye devam ettim. Okulumuzun mavi tişörtü, herkese bol geliyordu ancak; herkese bu kadar yakışmıyordu. Yanımda kıpırdandıkça, bahar çiçeklerinin yumuşatıcı kokusu burnuma doluyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KARANLIĞIN ELASI
Teen Fiction"Dokun," dedin parmaklarımı yanağına tutarken. "Yüzüme dokunmak istediğini biliyorum." Ben aniden gerildim. Sen içtenlikle gülümsedin. "Bak..." dedin parmaklarımı üç ufak çizgine dokundururken. "...üçü de senin için çıktı Duru Seçkin, yüzüme dokunma...