Görünmez pelerin.
Saatler avuçlarımda çürüyüp can verirken çaresizce bir dilekti benimkisi, Potter'ın şansına biraz yakın olmak... açıkçası şu anda ihtiyacım olan tek şey buydu. Bir pelerin. Belki beni bu gecenin kara büyüsünden kurtaramazdı ama en azından ne kadar utanç duyduğumu gizlemeye yardımcı olabilirdi.
Beni saklayacak bir pelerin.
Benimle zorla öpüşmüştü. Dakikaların üzerinden tren geçse de, dudağımda hâlâ bana Rüzgâr'ı hatırlatan bir zonklama vardı; gözlerimi kapattığım anda zihnim bana ihanet ediyor, karşıma bir çift karanlık göz çıkarıyordu. Oysa o gözler, bir zamanlar bana aşkla bakan lanet bir kahverengiydi.
"Onun sana dokunması için ona fırsat yarattın," diyen şeytani yanım beni öyle kızdırıyordu ki, olanları unutabilmek adına buruşturduğu gömleğimi yırtıp atasım geliyordu.
Ama yırtmadım. Çünkü benim merdiven köşesine çömelip yarattığı eseri seyreden Rüzgâr'a dair bir çift sözüm bile kalmamıştı artık, sadece gömleğimin düğmelerini çözerek omuzlarımdan yavaşça yere düşmesine izin verdim.
"Sen sadece ona güvenmek istedin," diyen salih yanım bana ilk defa sokakta askılı bir kıyafetle dolaştığımı hatırlattı. Siyah ojeli tırnaklarım bana şimdi daha yabancı geliyordu. Ellerimle kollarımı tutarken bedenim üşüyordu, ama ruhum artık bir cesetti ve ölüler üşüseydi babamı morga yatırmazlardı.
"O kadar acizsin ki," diyen şeytani yanım beni rahat bırakmıyordu. "Giderken ona bir tokat bile atamadın." Pisagor'un adalet kupası değildik, ama bizler de elimizde olanlarla yetinemeyip fazlasını istiyor ve sonrasında tamamen kaybediyorduk. Bir Cedric değildik mesela, Chen'e karşı saf duygularımız yoktu. Hızlı ve Öfkeli'nin efsane sürücüleri değildik, biz kendimize değil yalnızca arabamıza güvenen o bencillerdendik. İlişkilerin gurmesi gibiydik adeta, bir ruhun tadına bakmadan kime ait olduğunu anlayamıyorduk.
Bir dağ evinin içindeki soğuk şömine gibiydi içimizdekiler, her sene beklediğimiz Noel Baba'nın bacadan geleceği falan yoktu ama yine de üşümeyi göze alıyorduk. Yastığın altında biriktirilen dişler biz atmadığımız sürece hep orada kalacaktı, çünkü hiçbir Diş Perisi onları almayacaktı.
Bir dağ evinde, işler kimsenin sandığı gibi gitmezdi.
"Burada ne arıyorsun?"
Kapıda beni gören Can, aslında parçalara ayrılan kimliğimin gözyaşlarıyla yapıştırılmış bir fotokopisiyle konuşmuştu. Acaba bunu biliyor muydu? Yani canımdan can gittiğini? Ben içimde kırılan onlarca hayalin tek canlı kalan parçasıydım. Ben yalnızca o son parçaydım. Bunu görebiliyor muydu?
"Bana yardım et," dedim Can'ın alnını gizleyen simsiyah saçlarını seyrederken. İçimde kopan fırtınadan sağ çıkan o eski ağaç, Can gözlerime baktığı anda yüzümü yeşil yapraklarıyla tokatlayıp geçmişti.
"Sana ne oldu böyle?" Hava bir katliamdı, esen serinlik tenimi yaka yaka kül etmişti. Can benden bir cevap beklemeden içeriye girdi ve kısa sürede geri dönerek bana mor bir şal uzattı. Şalın üzerinde kaliteli bir kız parfümü dolaşıyordu. "Al şunu, üşüteceksin."
"Sen haklıydın." Şala sarılmadan önce, kıvırcık saçlarımı el çabukluğuyla topuz yaparak anlık gelen gözyaşımı elimin tersiyle sildim. "İnsanlara güvenmemeliydim."
"Ama artık güvendin." Can tişörtündeki kırışıklığı giderirken karşımda babacan bir rahatlık kazandı. Dirseği kapıya değdiğinde ufak bir ahşap gıcırtısı çıktı. "Artık bunların bir önemi yok."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KARANLIĞIN ELASI
Genç Kurgu"Dokun," dedin parmaklarımı yanağına tutarken. "Yüzüme dokunmak istediğini biliyorum." Ben aniden gerildim. Sen içtenlikle gülümsedin. "Bak..." dedin parmaklarımı üç ufak çizgine dokundururken. "...üçü de senin için çıktı Duru Seçkin, yüzüme dokunma...