Uçak Kahire havaalanına indiğinde saat 19.30'u geçiyordu. Üzerimde kan olmuş saks mavisi bir elbise, elimde, içinde telefon bile olmayan bir çantayla, numarasını bile ezbere bilmediğim O adamı görmeye gelmiştim. O'nu nasıl mı bulacaktım? Ben O'nu bu...
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Akademisyenler, öğrenciler, iş insanlarının olduğu kalabalık bir salonda kürsüdeydim. Heyecandan yerinden fırlamak üzere olan kalbimin ritmi kulaklarımda çınlıyordu. Bütün bildiklerim, çalışmalarım, provalarım silinip gitmişti. Ellerim titriyordu heyecandan. Ağzım kurumuştu. Titreyen elimi görmelerinden korktuğum için su bile içemiyordum. Derin bir nefes aldım. Çok hazırlanmıştım bu sunuma. Hata yapamazdım. İlk cümleleri söylemeye başladığımda salonun her yerinden net duyulan sesin bana ait olduğuna inanamıyordum. Sesim titriyordu. Herkes benimle dalga geçecekti. Yapamayacaktım! Ayaklarım kaçıp gitmeye hazır halde kürsünün sağ tarafına yönelmişlerdi bile.
Derin bir nefes alıp bütün olumsuz düşünceleri def ettim. Beni dinleyen insanların dikkatini daha fazla dağıtmadan konuşmayı sürdürdüm. Anlaşılır olduğu sürece sesimin titremesi önemli değildi.
Birkaç dakika sonra heyecanım yatışmıştı. Dakikalar geçerken sesim de normale dönüyordu. Altı yedi dakika sonra daha sakindim. Yarım saat sonra konuşmamın sonuna gelirken bile bu kürsüde konuşmaya devam etmek istiyordum. İnanılmaz bir deneyimdi bu. Dünyanın en tanınmış psikologları vardı karşımda. Bana bakıyorlar, beni dinliyorlardı. Bir Müslüman olarak, bir Türk olarak öyle gururluydum ki bir ara neredeyse sevinçten ağlayacaktım. Sonunda konuşmamı bitirip teşekkür ettiğimde salonda yankılanan alkış sesleri neredeyse ağlamama sebep olacaktı. Yüzümde kocaman bir gülümseme vardı. Bu alkış sesleri her konuşmacı için çırpılan ellerin normal alkışlarıydı. Ama kürsüden dinleyince başka bir havası vardı.
Alkışlar kesildiğinde hâlâ arkalardan biri abartılı bir şekilde ayakta alkışlıyordu. Biraz dikkatli bakınca tanıdım onu. Bu dünkü adamdı. Ne işi vardı burada? Onu görünce yüzümdeki gülümseme donup kalmıştı.
Birkaç kişinin sunum hakkındaki sorularını cevapladıktan sonra kürsüyü terk ettim. Başka psikologlar da sunum yapacaklardı ama ondan önce yarım saatlik bir ara verilmişti. Salondan çıktığımda dünkü adamı gördüm gene. Haki spor kesim bir gömlek, kot pantolon, siyah spor ayakkabılar ve diğer elinde tuttuğu kâğıtlar... Bana baktığını fark edince arkadaşlarımdan müsaade isteyip adamın yanına gittim.
"Merhaba."
"Merhaba."
"Neden buradasınız?" diye sordum merakla. Elinde tuttuğu kâğıtları havaya kaldırdı. Anlamamıştım. Bir dakika! Yoksa o da mı doktora öğrencisiydi? Belki o da sunum yapacaktı. Ne tesadüftü ama!
"Dün bunları unutmuşsun. Sunumuna başlamadan önce getirmek istedim ama salonu bulduğumda duyduğum o korkunç ses sana aitti. Geç kalmıştım."dedi alay ederek. Kâğıtları aldım. Utancımdan yanaklarımın kızardığını hissediyordum. O korkunç ses! Allah'ım, işte bu yabancı açık sözlülükle gerçekleri söylüyordu yüzüme. Berbattım.
"Teşekkür ederim ama başka tekstlerim vardı. Boş yere yorulmuşsun." Utangaç sesim kırılgan çıkmıştı. Karşımdaki adam umursamaz bir tavırla omuz silkti sadece.