Üniversiteden çıktığımızda gün iyiden iyiye kızmak üzereydi. Hava biraz serinleyene kadar dinlenmeyi teklif etmiştim. Otele döndük. Gündüzleri uyumaya alışkın değildim. Uykum gelmiyordu. Yatağımda dönüp duruyordum. Telefonumu aldım elime. İnstagram'a girdim. Noyan'ın beni etiketlediği bazı fotoğraflar vardı. Sahilde yürürken, su gösterisini izlerken, kütüphanede... Bir saat önce paylaşmıştı bunları. Zaydan da Abu Dhabi'den bir fotoğraf paylaşmıştı yarım saat önce. Dubai'de olmamasına sevinmiştim açıkçası. Birkaç gün orada kalsaydı keşke. Böylece kalan şu son iki haftanın birkaç gününü daha kolay atlatabilirdim.
Güneş ağır ağır çekilirken Noyan'la lobide buluştuk. Sahilde güzel bir restoranda yemek yemeye karar vermiştik.
Güneşin batışını sahil boyunca yürüyerek izledik. Noyan yanımdayken çenem her zamankinden daha fazla açılıyordu. Konuşacak, söyleyecek, eğlenecek o kadar çok şey vardı ki... Çocukluğum, üniversiteye kadar ki okul hatıralarım, gülüşlerim, saçmalıklarım... Kısacası pek çok anımın iki vazgeçilmezinden biriydi Noyan.
Noyan konuşmayı fazla sevmezdi. Sakin bir kişiliği vardı. Tane tane, az ve öz konuşurdu. Jest ve mimiklerini çok iyi kontrol edebiliyordu. Sanırım psikiyatrist olduktan sonra bu konuda daha da ustalaşmıştı. Belki de sorunlu bir ailede yetiştiği için otokontrol konusunda fazlaca deneyime sahipti. Onun psikologu olduğumu söylüyordu ama işin aslı o benim psikologumdu. Genelde ben konuşurdum, o dinlerdi.
Gene öyle oluyordu. Konuşuyordum, çok konuşuyordum... Aklımdaki projelerden, işimden, Türkiye'ye dönünce kendi danışmanlık merkezimi açmak istediğimden bahsediyordum. Belki de biriyle böyle yüz yüze Türkçe konuşmayalı uzun zaman olduğundan dilimi bilen birinin yanında olmanın heyecanıydı bu. Tercümanlık yaptığım zaman konuşmuş sayılmazdım. O zaman başkalarının ağzıyla konuşmuştum. Şimdi rahatça saçmalayabilirdim.
Noyan'la üniversite sınavını kazandığımızdan beri çok sık görüşemiyorduk. O İstanbul'da tıp okumuştu. Derslerinin yoğun olduğunu düşündüğüm için sürekli arayamıyordum. İlk zamanlar haftada bir görüşüyorduk. İkinci yıl arayı yavaş yavaş açmaya başlamıştık. Son iki yıldır da ancak bir, iki ayda bir kez telefonda görüşmeye başlamıştık. Ama bunun dışında sosyal medyadan O'nu takip etmeyi, zaman zaman mesajlar atmayı bırakmamıştım.
Annelerimiz kardeşler gibi yakın olduklarından biz de samimi bir şekilde büyümüştük. Noyan biraz asosyal sayılabilirdi. Düşüncelerini söylerken fazla net olabiliyordu. Belki bir parça patavatsız... Yaren O'nun bu huyunu sevmiyordu. Ne kadar uğraştıysam da yıldızları barışmamıştı bir türlü. Her şeye rağmen ikisi de benim için çok değerliydiler. Bir gün patronumun karşısına dikilip, işimi kaybetmeyi bile düşünmeden cesurca savunacağım kadar.
Qusay'dan bahsetmemiştim. Aslında Noyan gereksiz konuşmayan, ketum biriydi. Eğer ona Qusay'dan bahsedersem, emindim ki kimseye söylemeyecekti. Daha öncesinde Noyan'la konuşma fırsatı bulamamıştım. Şimdi ise iyi bir fırsatım vardı. Üstelik Noyan'ın bana en iyi tavsiyeleri verebileceğini de düşünüyordum ama bir şey vardı. Qusay'dan bahsetmek gelmiyordu içimden. Belki, içten içe küsüyordum O'na. Aramızda bir şeylerin değiştiğini hissediyordum. Beni daha az arıyordu mesela. Konuşmalarımızı daha kısa tutuyordu. Evlilik konusunu bile açmıyordu son günlerde. Hâlbuki üniversiteyi bitirmişti, işe başlamıştı ve ailesi de biliyordu beni. Bir şey daha vardı. Dengemi bozan, kalbimin ayarlarını değiştiren bir şey. Elimde olmayan, korktuğum, endişelendiğim bir şeyler. Bu yüzden Qusay'ın acele etmesini istiyordum. Bu yüzden kaçıp uzaklaşmak istiyordum. Ama Qusay bunlardan habersizdi.
***
Bir restoranda yemeğimizi yerken zavallının başını şişirmiş olmamı umursamadan işimi baştan sona anlatmıştım. Konuşmaktan yemek yemeye fırsat bulamamıştım. Noyan'ın tabağı bitmek üzereydi ama benim tabağımdaki balık öylece uzanıyordu hala. Çok konuştuğumu söyleyip tabağımı işaret ettiğinde işten bahsetmeyi bıraktım. Geldiğine pişman etmiştim çocuğu. Daha ortak konulardan konuşmaya başladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DUALARIMIN PRENSİ
RomansUçak Kahire havaalanına indiğinde saat 19.30'u geçiyordu. Üzerimde kan olmuş saks mavisi bir elbise, elimde, içinde telefon bile olmayan bir çantayla, numarasını bile ezbere bilmediğim O adamı görmeye gelmiştim. O'nu nasıl mı bulacaktım? Ben O'nu bu...