Uzungöl 2015
Güneş'in öbek öbek bulut yığınları arasından bir görünüp bir kaybolduğu puslu bir Ağustos günüydü. Tepelere doğru sis artıyor, yükselen sis dağların zirvesini bulutlarla birlikte yutuyordu. Restoran bahçesindeki değirmen fıskiyenin ağır su sesi, yakından gelen şiddetli bir su sesiyle, daha uzaklardan gelen tulumun sesine karışıyordu. Yüzlerce ağacın temizlediği havanın ferahlatan esintisi restorandan gelen balık ve et kokusunu bile bastıracak kadar kuvvetliydi. Sabahın ilk saatlerinde gelmiştik Uzungöl'e. Geldiğimizden beri yağmur ha yağdı ha yağacak diye bekliyorduk. Ama öğle saatine yaklaştığımız halde ne yağmur yağmış ne dağların başındaki sis tamamen dağılmıştı. Bunca yeşilliğin arasında mecburen yeşile boyanmış gölün üzerindeki çifte minarenin yansımasını uzaktan izliyordum. Önümdeki çitleri aşıp çocuk gibi bağıra bağıra ama hiç durmaksızın göle doğru koşmak geliyordu içimden. Sanki tepenin aşağısına doğru engel tanımadan koşarsam hızlandıkça yükselmeye, birkaç saniye sonra da kuşlar gibi uçmaya başlayacaktım. Uzungöl, koşarak beş dakikada kenarına varabileceğim yakın bir menzil gibi görünüyordu. Hâlbuki gölün yanından arabayla bu tepeye gelişimiz yarım saatten fazla sürmüştü. Gözlerim miydi beni yanıltan yoksa koşarsam kanatlanacağıma inandıran hayallerim mi, çözemedim. Sorgulamaktan kaçmak kolayıma geldi. Kendime insanın yanılan bir varlık olduğunu hatırlatıp görünen manzarayla aramdaki mesafeyi kabul ettim.
"Göl ne güzel görünüyor değil mi?"dedim restoranın sınırlarını çevreleyen ahşap çitlere asılıp duran Çağrı'ya bakarak.
"Küçücük görünüyor. Avucum kadar."diyerek iki avucunu birleştirdiği zaman ellerine bakıp güldüm.
"Evet. Uzaylılar da Dünya'yı işaret parmaklarının ucu kadar görebilirler."
"Sence uzaylılar bizi görebilirler mi?"
Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. "Bugün göremezler. Burada hava çok sisli. O yüzden keyfine bak."
"Göl uzaylı gibi görünüyor. Yeşil yeşil."
"Saçmalama uzaylıların rengi pembe. O yüzden Barbie bebeklerden, Barbie gibi güzel kızlardan uzak dur. Uzaylılar onların kılığına girip gece seni yiyebilirler."dedim gözlerimi kocaman açarak.
"Aptal! Anneme diyeceğim seni!"diye bağırıp az ileride telefonda konuşan anneme doğru yüzünü döndü. Ben gülerken annem telefonu kapatmıştı.
"Ne oluyor gene!"diyerek yanımıza geldiğinde Çağrı bana söylenerek anneme sarıldı.
"Uzaylılar seni yer diyor!
"Gülfem eşek kadar oldun avuç kadar çocukla uğraşıyorsun!"
"Oğlun da eşek kadar oldu. 12 yaşına girecek hala uzaylı hikâyelerine inanıyor."
"Sana nasıl psikoloji diploması verdiler bilmiyorum ki. Okulda çocuklara da böyle uzaylı masalları anlatırsan kovulman yakındır."
"Hiç biri bu çocuk kadar saf değil. Onlar beni korkuturlar."
Gülerek gidip çağrının yanağını sıktığımda koluma vurdu.
"Çağrı! Ablalara vurulmaz!"dedi annem Çağrı'nın koluna vurup intikamımı alırken. Sonra restoranın kapısına doğru bakındı. Arabayı başka bir restoranın yakınlarında bir düzlüğe bırakmıştık. O restoranda alkol de olduğunu görünce babam içeri girmek istememişti. Babama göre böyle mekânlar hem aileler için uygun değildi hem de çevrede bu konuda hassasiyet gösteren mekânlar varsa onların desteklenmesi gerekirdi. Arabayı bıraktığımız yerin biraz uzağına gelmiştik. Yemekten sonra babam arabayı getirmek için gittiğinde de bahçede beklemiştik babamı. Beş dakika olmuştu. Hala gelmemişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DUALARIMIN PRENSİ
RomanceUçak Kahire havaalanına indiğinde saat 19.30'u geçiyordu. Üzerimde kan olmuş saks mavisi bir elbise, elimde, içinde telefon bile olmayan bir çantayla, numarasını bile ezbere bilmediğim O adamı görmeye gelmiştim. O'nu nasıl mı bulacaktım? Ben O'nu bu...