Oraya gitmiş, söylediklerini duymuştum. Zaydan'ın ihanetinden sonra hayatımın geri kalanında yaşayacağım ihanetler konusunda arsızlaşmıştım galiba. Noyan'ın söyledikleri büyük bir hayal kırıklığına neden olmamıştı. Kötü hissetmiştim kendimi. Daha önce fark edemediğim için kendime kızmıştım. Bir ara benimle alay ettiğini ya da bana acıdığı için öyle konuştuğunu düşünmüş ona da kızmıştım. Noyan hep aynı Noyan'dı. Çocukluğumda nasıl tanımışsam öyleydi. Bana karşı tavırları hiç değişmediği gibi ima ettiği türden duyguları olduğunu anlamama da fırsat vermemişti. Evet, samimiyeti, ilgisi onun başkalarına ilgisinden samimiyetinden farklıydı ama bunun sebebinin bu tür duygular olacağını düşündürtmemişti hiç. Bizim aramızdaki bağ ailesiyle durumlarını da iyi bilmem, sırdaşı olmamdan geliyordu. Hayatımda bir arkadaş bir akraba gibi yer kaplamıştı hep. Sevgilileri olmuştu. Bazılarıyla tanışmıştım. Ben de onun yanında duygularımdan, beğendiğim birilerinden bahsetmiştim rahat rahat. Kıskançlık gibi duygular göstermemişti. Belki de halime acıdığı için bugün öyle konuşmuştu. Ya da duyguları konusunda yanılıyordu.
Zaydan hala beni Noyan'ın bugün söylediklerinden daha fazla düşündürüyordu. Başka her şeye kayıtsız gibiydim. Hala canım çok yanıyordu. Gün geçtikçe ayrılık da yalanları kadar, bazen daha fazla oturuyordu içime. Bir daha onu göremeyecek olmaktan da onu görmekten, adını duymaktan da korkuyordum. Neredeyse ay olacaktı onu görmeyeli. O gün evin kapısında karşılaştığımızdan beri görmemiştim onu. Bir daha gelmemiş, aramamış, bir yerlerden haber göndermemişti. Bir yerlere giderken takip ediliyormuş gibi etrafta mı diye bakınıp duruyordum. Evdeyken pencere kenarlarından sokağı gözlüyordum gizli gizli. Gelmeyecekti. Yoktu artık. Neyi kabullenemiyordum!
Perdeyi sıyırıp yere uzanmış karanlık gökyüzünde puslu bulutların ardından belli olan Ay'a bakarak düşünüyordum. Biliyordum ki Zaydan'ın memleketinde Ay'ın önünde böyle puslu bulutlar yoktu. Belki artık kalbinde de ben yoktum. Oyuncak kırılmıştı. Oyun bitmişti. Günlerdir görmemiştim O'nu. Benimle konuşmak için yeni bir girişimde bulunmamıştı. Muhtemelen hayatına benim şu perişan halimden daha iyi şartlarda devam ediyordu. Belki seyahatler ediyor, yeni birileriyle tanışıyor, yeni bir oyuncak arıyordu. Ya da bulmuştu birini. İçim yanıyordu. O unutsa da ben unutamayacaktım. Ölene kadar kanayacaktı bu yara. Ölürken bile dilimden dökülecekti adı. Bir zamanlar kalbime kelebek kanatları takan o isim şimdi yüreğimdeki kan şelalesinin adı olmuştu: Zaydan
Belki bir gün bir dergide, gazetede ya da yolda yürürken görecektim seni. Ve belki o zaman yanımda kocam hatta çocuklarım olacaktı. Belki sen de yalnız olmayacaktın. Unutmuş olacak mıydık çöl yağmurunun aşk gibi yağdığı o muhteşem günü? Amfiyi, derneği, iki kişilik doğum günü kutlamasını? Mecnun Leyla'yı nasıl sevdi bilmem ama Zaydan Gülfem için her şeyden vazgeçebilir. Bu söz koca bir yalandı. Mecnun'un kemiklerini sızlatan, Leyla'yı aşağılayan koca bir yalan. O gün kalbime kanatlar taktıran bu cümle bugün içimde kıyametler koparıyordu.
Bitmeyecekti Allah'ım! Unutamayacaktım O'nu. Bu dert öldürecekti beni. Ve ben ölürken son bir defa adını fısıldayacaktım iki buçuk yıl önce Uzungöl'de hayatımdaki bütün düzenleri bozan rüzgâra: Zaydan.
Ummanları geçip çölleri aşıp sana gelecekti sesim. Aynı rüzgâr gözyaşlarımın ahını taşıyan bir bulutu da taşıyacaktı senin çöllerine. Yağmur olup bulacaktım seni. O rüzgârın taşıdığı toz olup sana gelecektim son kez. Çöl yağmurunu hatırlayacaktın. Bir zamanlar aşkla baktığım gözlerine dolacaktı hatıralar. Yaşarken yapamasam bile ölürken intikamımı alacaktım senden. Canımı çok yakmıştın. Bitmeyecekti bu acı.
Dayanılacak gibi değildi. Kırılan, tuzla buz olan onuruma, gururuma, hayallerime, güvenime mi yoksa bunca kayıptan sonra dayanağım kalmamış olmasına mı yanayım bilmiyordum. Acımla baş başa kalınca hatıralar işkenceye başlıyordu. Yalnız kalmak için geceye sığınıyordum. Ama gece oldu mu dünyaya sığamıyordum. Ölüyordum Allah'ım!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DUALARIMIN PRENSİ
RomanceUçak Kahire havaalanına indiğinde saat 19.30'u geçiyordu. Üzerimde kan olmuş saks mavisi bir elbise, elimde, içinde telefon bile olmayan bir çantayla, numarasını bile ezbere bilmediğim O adamı görmeye gelmiştim. O'nu nasıl mı bulacaktım? Ben O'nu bu...