Olduğum yerden kımıldayamamıştım. Ne dönüp gitmeyi ne bir şey sormayı akıl edebiliyordum. Birkaç dakika geçtiği halde ne bir şey söylemiş ne yüzüme bakmıştı. Çatının kenarında durmuş şehre bakıyordu sadece. Ne olduğunu, neden aniden böyle davrandığını anlayamıyordum. Rüzgâr burada daha fazla hissedildiğinden mi yoksa korktuğumdan mı böyle ürperdiğimi de çözememiştim.
Kaç dakikadır buradaydık bilmiyorum. Bana çok ama çok uzun gelen sürenin sonunda Zaydan bu tarafa döndüğünde bakışları irkilmeme sebep oldu.
"Niye burada olduğumuzu merak ediyorsun, değil mi?"
"Evet."dedim kendimin bile zor duyduğu bir sesle.
"İnsan yüksekteyken daha cesur olurmuş. Ve daha dürüst... Biraz cesarete ihtiyacım var." Bana doğru geldiğinde korkuyla ayaklarım geri gitti. Zaydan'ın kendisinden değil ama söyleyebileceklerinden korkuyordum.
"Gülfem,"dedi karşıma dikilince. "Senin yanında başka bir erkeği görmeye tahammül edemiyorum."
Çatıda esip duran rüzgâr bir anda fırtınaya dönüştü. Her şeyi yerle bir ederdi bu tufan. Kalbim deli gibi atmaya başladı. Söyleyeceği şeyleri duymak istemiyordum. Dilim tutulmuştu. Bütün o karmaşık duygular akın akın dolduruyordu benliğimi. Zaydan çaresizliğime aldırmadan devam etti.
"Bana bunu yapma. Sana yalvarıyorum... Başkasına gitme. Ellerimden kayıp gidişine engel olamamak öldürüyor beni."
"Sus lütfen!"dedim afallamış halde güçsüzce bir adım daha geri giderken. Bana karşı ilgisinin farkındaydım ama bu kadarını, bu sözleri beklemiyordum. Qusay'ı biliyordu. Nasıl cesaret ederdi bunları söylemeye?
"Gülfem, ne olur anlamaya çalış beni. Hislerime, kalbime engel olamıyorum. Duygularımın bir tarifi yok. Bununla başa çıkmak için çok çabaladım ama başaramadım. Sen kalbimde o kadar büyüdün ki nefes alamıyorum artık. Ben hiç bu kadar çaresiz olmadım. Kenardayım Gülfem. Tut elimden, düşmeme izin verme. Biliyorum ki senin kalbinin ritmi de benimki gibi. Sen de..."
"Bekle, bekle."dedim telaşla. Bu sözü duymaya cesaretim yoktu. Değil bir gökdelenin tepesinde gökyüzünün en üst katında da olsam cesaret edemezdim bu sözleri ne söylemeye ne de duymaya. Zaydan benim bir şeyler söylememi bekliyordu. Defalarca aynı şeyi tekrarlanmıştım. Bekle, bir dakika bekle, bekle...
Gitmek istiyordum. Gitmek, kaçmak, ardıma bile bakmamak. Adını bile bir daha anmamak. Qusay! Qusay bekliyordu beni. Türkiye'ye gitmemi bekliyordu. İki yıldan daha fazla olmuştu ki sevgiliydik. Birkaç ayda birini sevmem, yıllarıma, hayallerime sırt dönmem imkânsızdı. Gökdelenden düşüp ölmek daha onurlu olurdu. Ama sevemezdim başkasını. Sevsem bile unuturdum. Kabul edemez, dillendiremezdim. Hemen kaçıp gitmeliydim.
"Tamam. Yeter bu kadar. Gidiyorum ben."dedim az sonra. Kapıya doğru yürüdüm hızlı adımlarla. Ben kapının kolunu çevirmiştim ki gelip sertçe ittirdi kapıyı. Kenara çekildim. Korkutuyordu beni.
"Öylece gidecek misin... Hiçbir şey söylemeden... Hiçbir şey söylememişim gibi..." Şaşkın, öfkeli gözlerle bakıyordu.
" Ne söyleyeyim ben sana? Qusay'ı sevdiğimi bilmiyor musun? Nasıl bunları söylemeye cesaret ediyorsun!"
"Neden Qusay?"dedi. Deli gibi atan kalbimi sakinleştirmek istercesine derin bir nefes aldım. Qusay'ı düşünmek istiyordum. Yolundan çıkan kalbimi yola getirmek için Zaydan'ı hiç tanımadığım zamanlardaki emin olduğum sevdayı yüreğime, beynime hatırlatmak istiyordum. İki yıldır bütün hayallerim de sadece o vardı. Dualarımın menzili oydu. Başka kimseyi düşünmemiştim. Kabul. Karışmıştı kafam. Daha önce hiç olmadığı kadar köşeye sıkıştı kalbim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DUALARIMIN PRENSİ
RomanceUçak Kahire havaalanına indiğinde saat 19.30'u geçiyordu. Üzerimde kan olmuş saks mavisi bir elbise, elimde, içinde telefon bile olmayan bir çantayla, numarasını bile ezbere bilmediğim O adamı görmeye gelmiştim. O'nu nasıl mı bulacaktım? Ben O'nu bu...