Dünden kalan yorgunluğuma rağmen sabahın ilk ışıklarında açılmıştı gözlerim. Sonrasında da yatağın içinde hacı yatmaz gibi sağa dön, sola dön uyku tutmamıştı bir türlü. Dışarıdan gelen ilk tıkırtıları duyunca bir süre daha beklemiş, sonra çıkmıştım odadan. Saat henüz yediye geliyordu ama büyükanne de Meryem Teyze de ayaktaydılar. Meryem Teyze fırına kadar gideceğini söyleyip, onunla gitmemi teklif edince severek kabul ettim bu teklifi.
Bahçeli evlerin arazileri geniş olduğu için açık alanda sert bir sabah rüzgârı esiyordu. Ağır adımlarla hafif bir yokuşu inerken, bir yandan sohbet ediyor bir yandan da meraklı gözlerle etrafı izliyordum. Hemen her evin bahçesinde bir hareketlilik vardı. Ne erken uyanıyorlardı.
Meryem Teyze önünden geçtiğimiz birkaç evin sahipleri hakkında duyduğu dedikodulardan bahsederken bir pastaneye gelmiştik. Pastanenin içi öyle güzel kokuyordu ki dışarıdaki ayazdan sonra hamur kokusuyla yüzüme çarpan tatlı sıcaklık başımı döndürdü. Sanki her gün bu saatlerde yemek yiyormuşum gibi midem kazınmıştı. Meryem Teyze göbekli fırıncıyla bir süre sohbet edip ekmek ve kruvasan almıştı. Fırından çıktık. Ekmeğin ucundan bölüp bir parça uzattığında gülmeme engel olamadım.
"Türk müsün acaba?"
"Neden?"
"Bizde her yemeğin yanında ekmek yenir. Fırına gönderildiğimde ekmeği hiç tam götürmem eve. Hele sabahları. Pek çok Türk benim gibidir."
"Aslında bizde biraz ayıp karşılanır böyle şeyler. Yani açlıktan ölüyor gibi yolun ortasında ekmek yemek, eve bölünmüş ekmek götürmek... Normalde böyle şeyler yapmazdım ama sabah sabah çok güzel kokmadı mı?"diyerek kendisi için de bir parça böldü.
"Koktu."
Ekmeği ısıracaktı ki karşı köşeden çıkan bir adamı görünce elindeki ekmeği sakladı. Ben de öyle yaptım. Ekose kabanının kapatmadığı koca göbeğinin altını saran pantolonun geniş beli askılarla tutturulmuş adamın elindeki tasmanın ucunda minicik bir fino vardı.
"Bonjour Madame Ulliel."
"Bon matin Monsieur Fabron."
...
Adam yanımızdan geçip gidince Meryem Teyze elindeki ekmeği ısırdı.
"Ee, anlat bakalım, Zaydan'la nasıl tanıştınız?" Böyle bir soru ancak iki sevgiliye sorulabilecek kadar özeldi sanki. Tuhaf olmuştum böyle duyunca. Aramızda bir şey olduğunu düşünebileceklerini ancak akıl edebiliyordum. Sorusundan sonra afalladım. Söylemediği bir şeyi inkâr edemezdim. Ama bir yanlış anlama varsa dile getirilmeden ortadan kaldırabilirdim.
"Birkaç ay önce Londra'da tesadüfen tanıştık. Ben alışveriş psikolojisi çalışıyordum. Bir sempozyumda konuşmama rast gelince bana üç ay için iş teklif etti. Ben de kabul ettim. Neredeyse bir buçuk ay geride kaldı bile."
Ekmeğimden bir lokma ısırdım. Beni izlediğini bildiğim halde oralı değildim. Adımları yavaşlamıştı. Daha şaşalı bir tanışma bekliyordu. Hayal kırıklığına uğramasına bakılırsa büyük bir yanlış anlama vardı ortada.
"Bir buçuk ay sonra Dubai'deki işim bitip de Türkiye'ye döndüğümde evlenmeyi düşünüyorum inşallah. İki yılı aşkın bir süredir sevdiğim biri var. O da beni bekliyor dönmem için."
"Yaa, ne güzel. Türk mü?"
"Hayır. Arap. Mısırlı. Askerde şimdi. Birkaç güne kadar terhis oluyor."
"Çok güzel."
***
Eve döndüğümüzde büyükanne salonda tek başına oturuyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DUALARIMIN PRENSİ
RomantizmUçak Kahire havaalanına indiğinde saat 19.30'u geçiyordu. Üzerimde kan olmuş saks mavisi bir elbise, elimde, içinde telefon bile olmayan bir çantayla, numarasını bile ezbere bilmediğim O adamı görmeye gelmiştim. O'nu nasıl mı bulacaktım? Ben O'nu bu...