Daha işimdeki ilk günlerim olduğu halde bu çevrede tahminimden daha popülerdim. İrili ufaklı görüşmelerin arasında beni en fazla sevindiren anlaşma hatırı sayılır bir iş adamının şirketiyle yaptığım anlaşma olmuştu. Haftanın üç günü ikişer saatten şirket çalışanlarına seminer düzenleyecektim. Bu iş adamının teklifinin biraz da Zaydan'la alakalı olduğunun farkındaydım. Muhtemelen Zaydan'la çalışmak istiyordu ve bir şekilde onun ilgisini çekmeye çalışıyordu. Amacı her ne olursa olsun bu ilk ciddi işi almak istemiştim. Elimden gelenin en iyisini yapıp Zaydan Hatem etiketinden soyutlayacaktım işimi.
Hayatımda hemen her şeyin yolunda olduğu, ayaklarımın yere değmediği zamanları yaşıyordum. Çok seviyordum. Sevdiğim adam tarafından seviliyordum. İyi bir işim vardı. Sağlığımla, huzurumla ilgili bir problemim de yoktu. Arada bir aklıma geldiğinde vicdanımı biraz rahatsız eden Noyan, meselesine de uzun uzadıya kafa yormuyordum doğrusu. Birkaç kez onu aramıştım ama açmamıştı telefonlarımı. Gene de bir yanlıştan döndüğümüz için mutluydum.
Yeni ofisimin güzel bir şehir manzarası vardı. Odamın büyük penceresi kuzeye, baktığından güneş ışıklar tarafından rahatsız edilmiyordum. Eşyaları kendim seçmiş, bütün dekorla kendim ilgilenmiştim. Dün yerel bir pazardan aldığım ufak tefek bibloları, süsleri ellerimle raflara yerleştirirken neşeli bir şarkı da mırıldanıyordum. Ofis kapısı açılınca mırıldanmayı bırakıp içeri giren kuryeye baktım. Elindeki bir sepet renga renk çiçeği Hiba'nın masasına götürüp teslim ettikten sonra gitmişti.
"Allah işinizi hayırlı mubarek etsin. Kebbet Tur, Abu Bakr bin Musab Ziyad."diyerek çiçeğin içinden aldığı notu okudu Hiba. Masasındaki çiçek sepeti gibi daha pek çokları ofisin içini doldurmuştu. Tanımadığım, isimlerini bile daha evvel hiç duymadığım kişilerden gelmiş, ofisimi meşgul eden çiçeklere bakarak masaya doğru yaklaştığımda odamın kapısının yanında duran başka bir sepet çiçeğe çarptım. Ben kapının çerçevesine tutunup dengemi sağlamıştım ama boyunlarını bükmüş, renkleri kararmaya başlamış, canlılığını iyiden iyiye yitirmiş gül yaprakları çarpmanın şiddetiyle yere dökülüvermişti.
" İyi misin?"
"Ne iç karartıcı şeyler!"diye söylendim sepeti ayağımla iterken.
"Çiçekler mi iç karartıcı? Çiçek sevmiyor musun?"diye sordu Fatıma Abla şaşkın bir sesle.
"Çiçekler Kelebek Bahçesinde, bir saksıda pencere önünde ya da bir elbisenin üzerinde desen olarak güzel. Bir odaya doldurulmuş köksüz çiçeğin nesi güzel?"
"Allah biliyor ya, ben de herkeslerden geldi Zaydan Bey neden çiçek göndermedi acaba, diye düşünüyordum. Sevmediğini biliyormuş demek."
Hiba haklıydı. Zaydan böyle çiçeklerden hoşlanmadığımı da sebebini de iyi biliyordu. Büyük depremden sonra okullar açıldığında bazı arkadaşlarımızın sırası boş kalmıştı. Onların masalarına çiçekler bırakmışlardı. O çiçekler kısa zamanda soldular. Hademeler çöpe doldurdular dökülen yapraklara söylenerek. Bazı enkazların önünde de görmüştüm çiçekleri. Çocukluğumdan kalan bir düşüncedir, kökünden koparılmış bir demet çiçeğin samimiyetle dolduracağı hiç bir boşluk yok.
"Bu çiçeklerin hepsinden kurtulalım."
"Atalım mı?"
"Atalım gitsin. Birkaç gün bekletip atalım diye göndermiyorlar mı? Başka ne işe yarar ki?"
"Çok güzeller. Nasıl atacağız?"diye sordu Fatıma Abla elinde toz beziyle, yanında duran koca demete bakarak.
"İstersen beğendiklerini evine götürebilirsin. Diğerlerini de kolilere koyup çıkartalım ofisten."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DUALARIMIN PRENSİ
RomantikUçak Kahire havaalanına indiğinde saat 19.30'u geçiyordu. Üzerimde kan olmuş saks mavisi bir elbise, elimde, içinde telefon bile olmayan bir çantayla, numarasını bile ezbere bilmediğim O adamı görmeye gelmiştim. O'nu nasıl mı bulacaktım? Ben O'nu bu...