10

183 194 3
                                    

        Uyandığımda etrafı değişik gördüm. Aslında... uyanmamıştım. Bu bir rüyaydı.

        İlk gördüğümde her yer beyazdı. Yakın ya da uzak hiçbir şey görmediğimden gözlerim de ne yapacağını şaşırdı. Ellerimi havada sağa sola salladım.

        Sonra biri seslendi. Çok boğuktu... Bu sesi tanıyordum.

        "Oğlum..."

        Sesin geldiği yere döndüm. İşte oradaydı! Gözümden yaş geliyordu. Ona doğru koştum.

        "Baba!"

        Bana kucağını açtı ve üzerine atladım. Sımsıkı sarıldım, hiç bırakmadım. Küçük bir çocuk gibi hissediyordum...

        "Yusuf'um." dedi. "Ne işin var burada?"

        Başımı kaldırdım. Bana yeni ismimle hitap ettiğini fark ettim. "Bilmiyorum, baba. En son Mısır'da karnıma kurşun yemiştim, acı çekiyordum."

        Gülümsedi. "O zaman... ölmüşsündür. Karnına kurşun yiyenlerin kaçı kurtuldu sence?"

        Dudağımı büktüm. "Yani... çok azı." 

        "Evet, çok şanslı olmalılar..."

        "Yani ben şanssız mıyım?"

        "Belki de şanslısındır." Bastonsuz eliyle başıma dokundu. Yaşlılıktan yorgun düşmüş ela gözleriyle derin derin bana baktı. "İçinde seni güçlendiren bir şey varsa, o zaman kolay kurtulursun."

        Dediğini anlamadım. "Nasıl yani? Nedir o?"

        "Bilmiyorum." dedi. "Ama ölmemene rağmen buraya gelmişsen, sende kesin bir şey var."

        İçime inanılmaz bir duygu doğdu. Kurşunu öyle bir yemiştim ki, kurtulmaya ihtimal vermedim.

        Etrafa baktım. "Burası cennet mi?"

        Kahkahalarla gülmeye başladı. "Haha! Cennetin böyle bir yer olduğunu mu sandın? Bir boşluk? Beni çok güldürüyorsun, Yusuf."

        Kaşlarımı çattım.

        "Cennet böyle bir yer olsaydı, cehennem diye bir şey olmazdı, Yusuf."

        "Nereden duydun bunu?"

        "Duymadım. Bir baksana şuraya." Eliyle etrafı gösterdi. "Sence cennet gibi mi duruyor? Hiçbir ödül yok; rahatlık, gölgelik, pınar, renk... Acı da yok. Hiçbir şey, sıfırdır. Cehennem cennetin tersiyse, o da sıfırdır. Sence cennetle cehennem eşit olur mu?"

        Hayranlıkla başımı salladım. "Vay be, baba. Bunu nasıl yapıyorsun?"

        Gülümsedi. "Evlat, bu sende de var. Şu anki gözlemlerime göre..." Üzerime baktı. "Müslüman olmuşsun."

        "Yahudi de olabilirdim."

        "İşte bunu kastediyorum. Düşünerek geldin bu noktaya, değil mi?"

        "Evet."

        "Her zaman yeterli olmaz ama."

        "Baba," dedim. "Öyle bir şey vardı ki bunda, düşünmek bile yetti bana."

        "Hmm..." dedi. "Öyleyse tamam. Nerede kalmıştık? Ha... Burası cennet değil kısacası. O hâlde..."

        "O hâlde ne?"

        Daha huzurlu gülümsedi. "Seninle buluşma noktam." dedi. Arkayı gösterdi. "Gerçekte oradaydım."

        Bir görüntü çıktı. Orada ailem vardı. Bir sabah diğer ailelerle piknik yapıyorlardı.

        "İnanamıyorum." dedim hayretle. "Nasıl geldin buraya?"

        Bana döndü. Yorgun gözleriyle bir şey anlatmaya çalışıyordu.

        Birden ne dediğini anladım. "Orada mıydın?"

        Başını evet anlamında salladı. "Dün sabah uyuduğumu sanmıştım. Buraya gelince bunu izlerken öyle olmadığını fark ettim."

        Gözümden yaş geldi, sesim çatladı. "Ama baba... O zaman niye buradasın? Gitmen gerekmiyor muydu, şeye..."

        "Hayır." dedi. "Kitabını* yanlış okumuşsun, evlat. Öldüğüm anda gitmeyeceğim. Öldükten sonra zaman bana göre hızlı geçecek, tıpkı uyku gibi. Akşam yatarsın, bir bakmışsın sabah oluvermiş. Bunlar da küçük ölümlerdir."

        "Seni nasıl görüyorum?"

        Bunun üzerine düşündü. "Bilmiyorum. Dediğim gibi, ölmüş olabilirsin."

        "Ya ölmediysem?"

        Dik dik baktı. "Akıl erdiremeyeceğin şeyler üstüne fazla düşünme, beynin bulanır. Bak, ben bile anlamıyorum."

        Bu söz tanıdık geldi. Sanki biri bunu daha önce söylemişti...

        Bir süre sustuk. Bu beyaz ortam çok gergindi. "O zaman, senden bir şey isteyebilir miyim?"

        "Hayır."

        Şaşırdım. İfademi gizlemek için başımı eğdim.

        "Evlat," dedi. "Bu noktadan sonra, ne istersen iste, yapamam. Sadece seni teselli edebilirim. Elimden bir şey gelmiyor..."

        Çevrede beyaz dalgacıklar gezindi. Babam endişeyle baktı. Sonra ne olduğunu anladı ve gülümsedi.

        Ben hâla anlamadım. Hepsi bana geliyor ve hızla dönerek vücudumu sarıyordu.

        "Baba!" diye boğuk bir sesle bağırdım. "Yardım et! Nedir bu?"

        "Korkma!" dedi.

        Sonra ne olduğunu anladım. "Hayır, baba! Beni bırakma!"

        Oysa olduğu yerde durdu. Bastonuna yaslandı. "Her şey için özür dilerim, oğlum! Beni affet!"

        Dalgacıklar yüzümü sardığında en son babamın yüzünü gördüm.

        "Düşün, Yusuf, düşün!" 

* Kutsal kitabı kastediyor.  

Yazılmış Zaman Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin