25

115 120 4
                                    


        Birkaç ay sonra çarşıdaydım. Esnaf Mehmed ile sohbete daldık. Ona "Oğlunuz nasıl?" diye sordum.

        "Hasan mı?" dedi. "Büyüdü, koskoca adam oldu. Çalışması gerek ama itiraz ediyor. Ne desem yapmıyor. Ah, yeni nesil nasıl olacak, Sinan Bey!"

        "Başka yol deneyin." dedim. "Bir zamanlar ben de öyleydim."

        "Gerçekten mi?" dedi. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Oğlunu yola getirmek için her şeyi sordu. "Aileniz ne derdi?"

        "Kendilerine yardım etmemi isterlerdi. Herkes çalışıyor, bir ben oturuyordum. Çok yoruluyorlardı. Yardım edersem yükleri hafiflerdi. Bunları güzel dille söylediler..."

        "Sizce oğluma işe yarar mı?"

        "Hmm... Olabilir. Nasıl büyüdüğüne bağlı. Olmazsa konuşuruz."

        "Çok çalışkan ve başarılısınız. Allah'a şükürler olsun! İyi ki bize böyle insan ihsan ediyor! Tek memnun olmayan Hasan. Vah benim oğluma! Güzel şeyleri ne kadar değersiz buluyor!.."

        Nedenini biliyordum. En son yaşadığımız küçük bir şey olsa da hep aklında kötü kaldım. Uzun zaman geçmeden özür dileseydim böyle olmayacaktı. Artık aklında öyle kalacağım. İnsanların kalbini kazanmak birçok şeyden önemliydi. Ama vakit geçtikçe insan vahşileşiyor, kalp kazanmayı umursamıyor, kendi çıkarını düşünüyordu. Yakında dünyamız en vahşi dönemlerini yaşayacaktı. Yakın dediğim, belki beş yüz yıl sonra...

        Konuşmamız bitince eve döndüm. Gezmek bile yorucuydu. Biraz kestirip çalışmama devam edecektim.

        Ama uyuyunca, o mavi parıltıyı gördüm...

***

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

***

        Sis... Mavi bir sis. Ayaklarımı görecek kadardı. Durmaktansa, yürüdüm. Neyi aradığımı bilmeden... Ta ki, beyaz bir ışık görene kadar...

        Ufacıktı. Beni takip et diyordu sanki. Ardından yürüdüm. Yaklaştıkça uzaklaştı. Havada daireler çiziyor, yok olacak gibi oluyordu. Sonunda kayboldu, sis kalktı. Güneşli bir havada geniş bir balkona açıldı.

        Yükselen sütunlar Babil Asma Bahçeleri gibi yemyeşil dallarla kaplı, papatyalarla süslü; balkonun deniz manzaralı köşesinde birkaç tane, dalla yapılmış sandalye vardı ve birinde oturan bir çocuk...

        Bu sade giyimli bir kızdı. Dalmış, denizi izliyordu. Beni fark etmedi. Yaklaştım. "Merhaba." dedim.

        Şaşkın, bana döndü. Gözlerinde inanmaz bir hâl vardı. Öyle bakakaldı. Elimi salladım. "Merhaba." dedim yavaşça.

        Toparlandı. "Eee, merhaba." dedi. Ayağa kalktı. Badem gözlerinde heyecan okunuyordu. "Nasıl yardımcı olabilirim?"

        "Yolumu kaybettim. Nerede olduğumu söyler misin?"

        "Hmm..." dedi. "Burası Büyükçekmece."

        "Ne?"

        "Bü-yük-çek-me-ce."

        Tanıdık geldi. "Orası nere?"

        "İstanbul'da bir ilçe."

        "Yeni mi kuruldu?"

        "Hayır. Eskiden başka bir adı vardı. Neydi... şey... Çekmece Kebiri."

        "Çekmece-i Kebir?!"

        "Evet!.. İsmini bilmediğin yerin nasıl eski ismini biliyorsun?"

        "Bana gelen bilgi böyle."*

        Duraksadı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Beti benzi attı. Soluk bile almadı.

        "Ne oldu?"

        "Eee... Hiç! İyiyim." dedi. Şaşırdım. Bariz yüzü bembeyaz olmuştu. Ciddiye mi aldı acaba? "Adın nedir?"

        "İsmail."

        "Sana inanmıyorum."

        Yine şaşırdım. İsmime 'İnanmıyorum' mu dedi?.. "Neden inanmıyorsun?"

        "Çünkü doğru söyleyen, yeni tanıştığı biriyle göz temasını kaçırmaz, söylerken doğruymuş numarası yapmaz... Adın nedir?"

        Yüzümü buruşturdum. "Sinan."

        "Memnun oldum, Sinan abi."

        Devamını getirmedi. Sorma gereği duydum. "Senin adın ne?"

        Durdu. İsmini düşünüyordu. Sonunda cevap verdi. "Gerek yok."

        "Neden kimse ismini söylemeyi gerek duymuyor?"

        "Kendi istediğin şekilde çağır..."

        Bu değişikti. "Neden?"

        "Beni içine sindiği gibi çağırman daha iyi." dedi.

        Yüzüne dikkatle baktım. Gülümsüyordu sadece... Of çektim. Düşündüm. İçime ne siniyordu? Belki...

        "Mihrümah."

        Sevindi. Biraz da nedenini biliyormuş gibi baktı. "Güzel çağırım. Sevdiğin bir ismi taşımak güzel duygu... Bu arada on dört yaşındayım."

        "Ben de-"

        "Dur tahmin edeyim... Otuz mu?"

        "Kırk." Bunu saygı olsun diye söylemişti. Açıkçası o da olduğundan büyük gösteriyordu. Öyle ki onu on yedi ya da on sekizinde sanmıştım. Ama bana göre her türlü çocuktu. 

        Beni içeri aldı. Annesiyle tanıştırdı ama o kızdı. "Tanımadığın insanları niye içeri alıyorsun? Siz de bayım çıkın evimden!"

        "Anne!" dedi. "Onu tanıyorum. Çok uzun zamandır..."

        Bu yalanı yutacağını sanmıyordum. Ama tersine, inandı. Çıkıp gitti. "Hiç yalan söylemem." dedi Mihrümah.

        Onun, tanıdığım başka birini kastettiğini anladım. Çünkü Mihrümah diye birini biliyordum.


* Vahiy indi anlamında. 

Yazılmış Zaman Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin