53

53 60 0
                                    

        Rüyaların daha sık karşıma çıktığı bu dönemde yardım yapmak zorlaşıyordu.

        Düşünecek o kadar şey vardı ki; cami yapmak, hatta onarmak bile canımı sıkıyordu. Bu yılki işim Ayasofya'yla.

        İmparator Konstantios* zamanında inşaa edilen Ayasofya bir kiliseydi. Önce ahşap yapılmıştı. İlk ismi Büyük Kilise** oldu. Kırk yıl sonra yeni imparatorun karısı Eudoksia, İstanbul patriğini anlaşamadıkları için sürgün etti. Halk arasında bu nedenle çatışmalar oldu. Büyük Kilise bu sırada yakıldı. Theodosius ona ikinci inşaasında Kutsal Bilgelik anlamında Ayasofya dedi. Patriğin anısına iç duvarına mozaik yapıldı. Yüz yıl sonra*** büyük Nika Ayaklanması'nda tekrar yıkıldı. İmparator Justinianos tekrar yaptı. Dördüncü inşaa da benimdi.

        Bu kilisenin önemi ne mi? Herkes bunu sorar. Çoğu çok büyük oluşu der. Aslında Doğu Roma'nın en büyük kilisesi olup imparatorun taç giyme törenleri burada yapılırdı. Güzelliğinin sırrı, Bizans'ın tüm bölgelerinden değerli taşlarla donatılması ve duvarın mermer kısmı dışında birçok mozaik süslemenin olmasıdır. O dönemde en iyi iki mimarın eseri olduğuna şaşmadım. İsidoros ve Anthemios... Tıpkı benim gibi enlemi dikkate alıp yapmışlar. Çok sağlam... Şimdi onu bozmadan yenileyeceğim. Ama bu kilisenin görev değişikliği demekti. Ayasofya bir cami olacaktı.

        Kubbesini onarıp minare ekledim. İçini de camiye uygun tasarladım. Böylece Ayasofya, Osmanlı'nın tarih açısından en zengin camisi oldu.

        Bu sırada II. Selim hayata veda etti. Osmanlı için bir sıkıntı olmuştu. Süleyman'dan sonra durgun bir dönemdi. Yerine III. Murat geldi. Ne yazık ki yeni padişah da umutlara çare olmadı.

***

        Size mavi parıltıdan bahsetmiştim.

        Tahmin etmişsinizdir, evet yeni bir rüyaya gideceğim, hem de en çetinlerinden birine. Peki size rüyayla gerçek arasından söz etmiş miydim?

        Doğru, bunu kimse bilmiyor.

        Uykuya daldığımda mavi hortum beni yeni bir serüvene götürüyordu. Fakat düşündüğümden uzun sürmüştü. Bir terslik vardı...

        Hortumun yanlarında bazı görüntüler belirdi. Hayır, bu kötü bir durum değildi... Savaşlar, felaketler, çocuklar, bahçeler ve daha pek çok görüntü gözümün önünden geçti. Hepsinde de ben vardım.

        Bunlar benim geçmişimdi.

        Ama yaşadığım olaylar bunlarda farklı görünüyordu. Yaptıklarım yerine yapmadıklarım görünüyordu. Çocuklara yardım ettiğim anlar yerine onlara kötü davrandığım, öldürdüğüm sahneler vardı. Bahçeleri yakıyordum. Savaşlarda askerleri geçin, kadın ve çocuklara da saldırıyordum. Fırtınada, depremde, denizde hayatımı kaybediyordum...

        Neden böyleydi?..

        Birden hortum beni çıkardı. Deniz kenarında ıslak kumun üstüne düşmüştüm.

        Her yerin kum oldu, dedi Evren.

        Ayağa kalktım. Tam silkelenecekken üstümde kum olmadığını fark ettim.

        Evren yanılmıştı.

        Çevreme bakarken biraz uzakta üç çocuk gördüm.

        "Affedersiniz, yolumu kaybettim. Acaba-"

        Çocuklardan ikisi bana doğru koşarken içimden geçti. Bu nasıl olabilirdi? Hiçbir rüyada böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Yoksa bir ruha mı dönüşüyordum?!.

        Yoksa bu bir rüya değil miydi?

        Çocuklara bakarken en küçüğü dikkatimi çekti. Bu bir oğlandı. Kumu tutunca çığlık attı.

        "Ah, bu çok tuzlu! Bizim tarla toprağı gibi değil!"

       "Buraya ilk kez geliyoruz, annemiz ve babamızın bilmemesi gerekiyor. Burası bir göl, sakın sudan içme ve kumla oynama!" dedi büyük çocuk. Kız olan da aynı şeyi düşünüyordu.

        Ama küçük olanları böyle kısıtlamalardan hoşlanmıyordu. Sanırım hayatı keşfetmek istiyordu. Gölle göğün birleştiği ufka baktı.

        O başka yerler görmek istiyordu.

        Bu çocuk bana benziyordu...

        Birden ne olduğunu anladım. Bu çocuk herhangi biri değildi. O bendim.
Burası da deniz değil, Tuz Gölü'ydü. Yaşamadığım bir olayı görüyordum. Bu çocuk benim bir tür yansımamdı.

        Kuma çömelmiş çocuğa yaklaştım. Kendimi hiç başka bir gözle görmemiştim. O kadar düşünceli, o kadar umutla bakıyordu ki...

        Sonra onun içimden geçmediğini hatırladım. Su kenarından koşarak gelmişti. Yansımama dokunmak nasıl bir histi acaba?

        Elimi onun eline uzattım. Yaklaştıkça zorlanıyordum. Ateşim çıkacakmış gibi yanıyordum. O hala kımıldamıyordu. Farkında değildi.

        Yüzümden terler boşalırken uzanmaya devam ettim. Elim kıpkırmızı olmuştu. Aramızda bir ışık da belirmeye başlamıştı.

        Yapma, dokunursan ikiniz de yok olursunuz!

        Durdum. Bu Evren değildi. Sesini hemen tanımıştım. Bu Mihrümah'tı!

        Elimi geri çektim, geriye düştüm. Bütün enerjim tükenmişti sanki. Buradan derhal gitmeliydim!

        Ayağa kalkıp koşmaya çalıştım. Yorgunluktan ne dediğimi bile bilmiyordum.

        "Hortum! Al beni götür buradan. Evimi istiyorum, o mavi parıltına katlanmaya razıyım!"

        Uzun uğraşımdan sonra hortum beni almaya geldi.

        Buradayken aklımda yeni sorular belirmişti. Neden ona dokunamadım? Neden yaşadıklarım farklı göründü? Bu bir rüya ya da gerçek değilse neydi? Ama daha önemli bir soru vardı.

        Nasıl böyle bir şey olmuştu?

        Hortumda ilerlerken görüntüler uzaya dönüştü. Şimdi sadece yıldızlar ve gezegenler vardı. Bir de...

        "İkiz kızlar."

        Bazı yıldızlar arasında beyaz çizgiler belirmişti. Bunlar Cook Adaları'nda gece görünen çocuklardı. Onları tekrar görmüştüm. Yoksa bu bir mesaj mıydı?

        Hortum birden büküldü ve daracık ucundan beni yeni serüvenime püskürttü.
       

* Hükümranlık: M.S. 337 - 361.

** Megale Ekklesia.

*** M.S. 13 Ocak 532. 

Yazılmış Zaman Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin