Bir hafta sonra padişah beni çağırdı. Divan kurulu toplandı. Ne olacağını bilmiyordum. Giderken sürekli düşündüm.
"Sinan Paşa," dedi Sultan Murad. "Elindeki bir lüle suyu kaçak kullanıyorsun. Divan üyeleri buna şahit. Diyeceğin bir şey var mı?"
"Hünkârım, lüle suyu bana Sultan Süleyman hediye etti. İnsanların ikide bir çıkardığı dedikodulara karşılıktı bu. Hâşâ kaçak bir işim yoktur."
Divan kurulu uzun süre tartıştı. Beni destekleyen ve desteklemeyenler konuşup durdu. Ama en son sözü padişah söyledi.
"Mimarbaşının bu konuda haklı olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca suya ihtiyacımız var. Osmanlı susuzluk çekerken paşanın böyle rahat olmasına izin veremem."
Ve lüle suyu aldılar. Hüzünlü ve yorgun, eve döndüm. Ama önemli değildi. Yaşıyor olmam yeterdi.
Fakat birkaç yıldır ilerleyen hastalığım yüzünden, yatağa düştüm. Ateşim çıktı. Komşular yardıma geldi. Alnıma ıslak bez koymak için lüleyi açtılar. Ama su gelmedi.
İşte buradayım. Komşularım su bulmak için cebelleşirken, burada yatıyor ve geçmişi düşünüyorum. Zor, yorucu bir hayattı. Ama çok güzeldi.
***
"Demek, Osmanlı mimarı bu yüzden gizemliymiş." dedi Sai. "Çocukken elde ettiği zekâsıyla herkese yardım etmiş."
Gülümsemeye çalıştım. "Babamın o düşünme yeteneğini sonunda kullanmayı öğrendim." Gözlerim yaşardı. "İyi ki geldin. Artık her şey dün olmuş gibi geliyor... Söylemeyeceksin, değil mi?"
Başını salladı. "Söylemem, Sinan. Bana güven. Senin adını kötüye çıkaracak hiçbir şey yapmam. Söz veriyorum."
"Teşekkür ederim." dedim. "Akşam oldu. Seni yormayayım."
"Estağfurullah. Yorulur muyum hiç! Sen varken gücünü yitirmek mümkün mü?"
Güldüm. Sesim kısıldı. "Teşekkür ederim, Sai, teşekkür ederim."
Ama gözlerine baktığımda beklediğim ışığı göremedim. "Bana inanmadın mı?"
Başını telaşla iki yana salladı. "İnandım, inandım..."
Emin misin? der gibi baktım.
Bir süre sessiz kaldıktan sonra pes etti. "Üzgünüm, Sinan ama ne kadar çalışsam da sana inanamıyorum. Anlattığın şeyler gerçek dışı geliyor. Bunları uydurmadığına emin misin?"
Onu anlıyordum. Hayatımda pek çok kişiye ben de bu gözle bakmıştım. Onu inandırabilmenin tek yolu kanıttı.
"Bana şuradaki sandığı uzatır mısın?"
Perdenin altına baktı. Masanın arkasına gizlenmiş bölümden kahverengi küçük sandığı çıkardı. Bana getirdi.
Kapağı açtım ve içinden tüm ihtişamıyla Andara'yı çıkardım.
Gözleri fal taşı gibi açıldı. "Nasıl... Nasıl? Bu mümkün olamaz!"
Gülümsedim. "Her şeyi görmek zorunda değilsin, Sai. Ben bunu sana göstermeseydim bile bunların gerçek olduğunu anlayabilirdin. Hayatında hiç gariplikler olmuş muydu?"
Gözünü devirdi. "Şey... oldu. Kendimi olmadığım biri gibi hissedip hareket ediyordum. Sanki bedenim bana ait değilmiş gibi..."
Başımı salladım. "Bunlar çok olur. Git başkalarına sor onlar da yaşamış mı? Peki gerçekte bunları yaşamamız mı gerekiyor?"
Başını iki yana salladı.
"İşte. Böyle olan tek ben değilim. Hatırlıyorsan Olimpos'ta bir maenad benim gibi başkalarının da olduğunu söylemişti. Kanında Andara yokken bile ruhunun bir kısmı başka yere gidince, buradaki işlevi bitmiş gibi oluyor. Hatta Andara'nın, Evren'in de bilmediği bir yanı vardı. Seni yansımalarının bulunduğu yerlere de götürüyordu, Evren'in ulaşmakta zorluk çektiği yerlere."
"Ama Mihrümah'ın taşı yok ettiğini söylemiştin."
Durdum. Evet öyle söylemiştim... Ama bunu söylersem Sai, Mısır'daki Niu'ya dönüşebilirdi. İnsanlar hep açgözlü ve fırsatçıydılar. En yakının bile sana sevgi beslese de kötülüğü tercih ederdi. Söylemekte tereddüt ettim...
"O söylediğim yıllardır bana ait olandı. Bunu ise yeni buldum, bir nehirde."
Hangi nehir? diye sormasını bekledim ama sormadı. Tersine, gözünde beklediğim o ışığı gördüm. "Taşı görmek benim için yeter. Bu o kadar farklı bir şey ki, anlattığın her şeye inanmamı sağladı. Sözümü ne olursa olsun tutacağım, Sinan!"
Gözlerim yaşlandı. Birinin bana böyle inandığını sadece annemde görmüştüm. Aynı sevgiyi ve inancı şimdi yaşıyorum, Andara'ya onu güvende tutabilecek bir mesken verebilecek kadar...
"O halde... Andara'yı sen alabilir misin? Onu koru ve kimsenin almasına izin verme, kendin de kullanma. Yoksa anlattığım şeyler senin de başına gelir ve 'Keşke yapmasaydım.' der ama bir daha geri alamazsın."
Başını salladı. "Dikkatim üzerinde olacak. Söz veriyorum."
Onu sandıkla beraber aldı ve büyülenmiş gibi inceledi. Elini tuttum. "Teşekkür ederim, Sai." dedim.
Gitti... Artık yalnızdım. Andara'nın uzaklaşmasıyla bana gelen rahatlık anlatılamazdı. Sanki bedenim çocukluğuna dönmüş, hiçbir şey olmamış gibi çayırlarda koşuyordu. Devşirilmeden önce babamın tarlaya giderken arkasından baktığım an geldi aklıma. Güneş yeni doğuyordu ve doğduğu yerde yeni bir hayat başlıyordu...
Her şey çok garipti. Yaşamak zahmet istiyordu. Mutluyum, çünkü yapmam gerekeni yaptım. İnsanlığa yardım ettim. Sırf mimarlığı değil, zamanı da aktardım. Ben, insanlara düzelmeyi anlattım. Düzgün bir insan örneği oldum. Onlara her açıdan yardım ettim. Şimdi, zamanın her yöne eğildiği bir an olabilir. Ben Mihrümah'a göre hem geçmişte, hem gelecekte, hem de onun yaşadığı anda başladım.
Kimsenin başına gelmese bile, karşılaştığın sorunu yenmelisin. İyi bir şey gelirse, değerini bilmelisin. Yaşamak ne olursa olsun iyidir. Kendini düzeltmen için tek fırsattır. Yoksa ölünce ne iyi olabilirsin, ne geri dönebilirsin. Ölünce, her şeyin yok olacağı gün tıpkı uyku gibi, hemen gelecek. Hiçbir şey kalmayınca, seni var eden tek şey, zamanı iyi kullanman olacak. O, uzayda bükülüp duruyor... Yani bizim için önemli olan, zamanın egemen olduğu o doğru yola ulaşmaktır.
Mimar Sinan
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yazılmış Zaman
Science FictionKimsenin hikayesi rastgele başlamaz. Hepsinin tutunduğu, var olduğu bir yer vardır. Hepsi birbirine girebilir, evrenin kanunları değişebilir ve hiçbir şey düşündüğümüz gibi olmayabilir. Karşınızda Paralel Evrenler Teorisi!.. Ve hiçb...