Arkadaşlar kusura bakmayın bölüm biraz geç geldi ancak yaşadığım sağlık sorunları nedeniyle yazamadım. Ayrıca hem hastalık hem iş biraz zor oluyor. Sabırla beklediğiniz için teşekkür ederim.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Bir sır ne kadar saklı kalabilir? Peki kaç kişinin bilmesi gerekir onun bir sır olmaktan çıkması için? Peki ya senin sır olduğunu düşündüğün, sır olarak kabul ettiğin bir şey gerçekten de sır mıdır acaba? Bu ve benzeri sorular aklının ucunda dönüp dursa da bir cevap bulamıyor bazen insan. En azından ben bulamıyorum. En büyük sırrım, en büyük acım, herkesten sakladığım ve kimsenin bilmesini istemediğim yegane şey, benim en büyük zaafım, en büyük yaram aslında bir sır değilmiş. Birileri bunu biliyor. Bana zarar vermek isteyen birileri, canımı acıtmak isteyen birileri, beni tekrar ve tekrar öldürmek isteyen birileri.
“Yalaz’ın küçük sevgilisi, Balın'ın aile üyeleri dışındaki tek ve en yakın arkadaşı, Yağız'ın sözde pek kıymetli kardeşi, annesinin pamuk kızı, teyzesinin biricik yeğeni... Herkesin sevdiği, korumak istediği, kusursuz, masum ve zararsız görünen küçük kız. Söylesene tüm bu insanlar senin bir katil olduğunu öğrenseler yine de seni severler mi?”
Evet, mesajda aynen böyle yazıyordu. Bu mesajı gönderen beni ve çevremdekileri çok iyi tanıyan biriydi. Ancak bilinmeyen numaradan gönderildiği için onun kim olduğunu bulmamız imkansızdı. Asıl önemli olan onu bulmak isteyip istemediğimdi. Onunla yüzleşecek cesaretim yoktu. Daha doğrusu geçmişimle yüzleşmeye gücüm yoktu. Yağız hâlâ bana bakmıyordu.
“Beni evden götür, ben sana hiçbir şey anlatamam ama seni gerçeği anlatacak birine götürebilirim.” dediğim zaman Yağız'ın bakışları beni buldu. Bir süre yüzüme öylece baktı, daha sonra derin bir nefes aldı ve yerinden kalktı.
“Beni bahçede bekle, ben Balın'ı halledip geliyorum.” dedi. Ardından ben bir şey söyleyemeden kapıdan çıkıp gitti. Yerimden kalkıp üzerime düzgün bir şeyler giydim ve ardından sessizce bahçeye çıktım. Balın'a görünmemek adınaydı tüm çabalarım. Şuan onun da geçmişimdeki bu kara lekeyi öğrenmesine izin veremezdim. Buraya kadardı işte benim mutluluğum, sadece bu kadar. Hayat âdeta bana mutluluğu haram kılmıştı. Ben ne kadar çabalarsan çabalayayım sonuç hep aynıydı: hüsran! Boşuna kürek çekiyordum, sonuçta tüm kapılar hep aynı yere açılıyordu: mutsuzluğa, acıya, gözyaşına... Benim hayatım sadece bunlardan ibaretti. Huzur ne gezsindi benim gibi birinin hayatında. Sonuçta ben bir cana kıymıştım. En önemlisi de ben ne kadar kabul etmek istemese de o adamın kızı olduğum için hayat bana adil davranmıyordu. Onun günahlarını da bana yüklüyordu, sanki kendi günahım az gelmiş gibi. Bugün, şu anda ilk kez abimi düşündüm. Acaba o da benim gibi mi hissediyordu? O da benim gibi o adamın çocuğu olduğu için kendinden utanıyor muydu?
“Gidelim hadi.” diyen Yağız ile başımı yerden kaldırdım. Hâlâ bana mecbur kalmadıkça bakmıyordu. Kim bir katile bakmak istedi ki zaten.
“Tamam ama Balın'a ne söyledin?” diye sordum. Onun peşimizden gelmeyişi pek normal bir durum değildi.
“Abi-kardeş özel şeyler konuşacağımızı söyledim.” dedi ve yürümeye başladı. Abi ve kardeş, kulağa ne kadar da güzel geliyordu. Ancak ben sahip olduğum bu abiyi kaybediyordum, hatta belki de çoktan kaybetmiştim kim bilir.
“Gideceğimiz yer biraz uzak, taksi ile gitmeliyiz.” dedim ama o bana aldırmadan yürümeye devam etti. Sonra cebinden bir anahtar çıkarıp düğmesine bastı ve az ilerideki arabanın ışıkları yanıp söndü. O şoför koltuğuna geçerken ben de yanına geçip oturdum. Arabayı çalıştırdıktan sonra:
“Nereye gidiyoruz?” diye sordu. Bunu sorarken yüzüme bakmamıştı, yine. İnatla bana bakmaktan kaçınıyordu.
“Sen sür ben tarif ederim.” dedim. Yıla koyulduğumuzda ise ben yolu tarif ettim o durdu, bunun hiç konuşmadık. Âdeta sessizlik yemini etmiş gibiydi. Sonunda gelmek istediğim yere ulaştığımda arabadan indim. O da benimle birlikte inmişti. Az ileride gördüğüm kişi ile rahatlayarak ona doğru yürüdüm. Beni fark edince yaptığı işi bırakıp çatık kaşlarıyla bana döndü.
“İyi günler Öner abi, Hasan baba burada mı yoksa evinde mi?” diye sordum. Öner abi önce bana sonra da arkamdaki Yağız'a baktı. Bir sorun olduğunu anlamış olmalı ki:
“Her şey yolunda mı? Sen pek iyi görünmüyorsun?” diye sordu. O da beni iyi tanıyan nadir insanlardan biriydi sonuçta.
“Ben iyiyim merek etme ve evet her şey yolunda. Sadece Hasan baba ile konuşmak istediğim önemli bir konu var. O nerede?” diye sordum. Uzatmasını istemiyordum. Hem ona yalan söylememek için hem de bu konunun bir an önce konuşulup bir daha açılmamak üzere tekrar kapanması için.
“Evinde bugün, yerini biliyorsun. Bu arada bu arkadaş kim? İki oldu buraya Arda'dan başkasıyla geliyorsun. Aranız mı bozuk?” dedi. Anlaşılan uzatacaktı. Normalde ağzı var, dili yok dediğimiz adamın bugün çenesi düşmüştü.
“Benim manevi abim olur kendisi. Arda çalıştığı için vakti yok. Şimdi soruların bittiyse biz Hasan babanın yanına gidelim.” dedim ve onu ardımda bırakarak ormana doğru yürümeye başladım. Yağız da peşime takılmıştı tabi.
“Nereye gidiyoruz şimdi ve kim bu Hasan baba?” diye sormayı da ihmal etmemişti.
“Hasan baba büyükbabamın bir arkadaşı ve eski polis, ayrıca her şeyi bilen üç kişiden biri. Aslında büyükbabam da biliyordu ama ne yazık ki o artık hayatta değil.” dedim, bir yandan da yürümeye devam ediyordum.
“Hala nereye gittiğimizi söylemedin?” dediğinde ister istemez yüzümde bir tebessüm oluştu. En azından benimle konuşuyordu.
“Hasan baba ormanın içindeki bir dağ evinde yaşıyor. İnsanlardan ne kadar uzak o kadar iyi felsefesiyle yaşar kendisi.” dedim, aynı zamanda adımların da yavaşlamıştı belki gelir de yanımda yürür umuduyla. Sonunda bana yetişip yanımda yürümeye başlamıştı. Umudum gerçekleştiğinde benden mutlusu yoktu. Belki de benden tiksinmiyordu ya da benden nefret etmiyordu. Sadece bana kızgındı o kadar. Böyle olmasını tüm kalbimle istiyordum çünkü o benim yıllar sonra sahip olduğum abimdi.
Sonunda Hasan babanın evi görüş açımıza girdiğinde ister istemez gerilmiştim. Gerçekleri öğrendiği zaman Yağız'ın ne olacaktı bilmiyordum ve bu bilinmezlik beni korkutuyordu. Eve geldiğimizde kapıyı çaldım ama açan olmadı. Evin etrafını dolandım ama yine de onu bulamadım.
“Sanırım evde değil, biraz beklememiz gerekiyor.” dediğim zaman Yağız ellerini saçlarının arasına daldırıp hırsla karıştırdı ve ardında bana döndü, kızgınlık ve öfke vardı gözlerinde.
“Neden geldik buraya? Neden bekliyoruz? Senden sadece bana gerçeği anlatmanı istedim. Bunun için neden bu adamın yanına getirdin beni? Sen anlatamıyor musun?” diye sorduğunda ister istemez yutkundum. Sesi çok sert ve öfkeli çıkmıştı. Ayrıca ilk kez bana bağırıyordu ve her ne kadar haklı olsa da bu beni incitmişti. Gözlerimde oluşan yanma hissi ile gözyaşlarım akmasın diye gözlerimi sıkıca yumdun.
“Neler oluyor burada? Sen kimsin ve neden benim kızıma bağırıyorsun?” diyen sesle gözlerimi açtım ve hızla arkama döndüm. Hasan baba karşımdaydı ve ateş saçan gözlerini Yağız'a dikmişti.
“Hasan baba çok kötü bir şey oldu.” diyerek kollarının arasına girdim. Sanki onun kollarının arasına girmemi bekliyormuş gibi gözyaşlarım akmaya başladı. Hasan baba saçlarımı bir baba şefkatiyle okşarken:
“Ne oldu kızım, neden ağlıyorsun sen?” diye diye sordu. Kollarından çıkıp cebimdeki telefonu çıkarıp gelen mesajı açıp ona uzattım. İlk başta anlamayarak önce bana baktı sonra da telefona. Ardından telefonu alıp mesajı okumaya başladı ve okuduğu her satırda kaşları daha da çatıldı ve bakışları an be an karardı. Sonunda okumayı bitirdiğinde ise telefonu âdeta kırmak ister gibi sıkıyordu.
“Dün ben hastanede iken gelmiş bu mesaj.” dedim, bunu söylerken ürkek bakışlarım Yağız'ı bulmuştu.
“Bu imkânsız, hiç kimse bunu bilemez. Hiçbir kayıtta adın geçmiyor. Nasıl öğrenmiş olabilir bir türlü aklım almıyor.” diyen Hasan baba bir yandan da dolanmaya başlamıştı. Bir süre bu şekilde dolandıktan sonra bana dönüp:
“Bu mesajı kimler gördü?” diye sordu. Bu sorunun cevabını ben de bilmiyordum, o yüzden bakışlarım Yağız'ı buldu.
“Sadece ben, başka kimse görmedi. Aslında mesaj herkesin içinde geldi ama görmemelerini sağladım.” dedi. Bunun için ona minnettardım, annemin bu mesajı görmüş olabileceği düşüncesi bile beni mahvediyordu.
“Peki sen kimsin?” diye soran Hasan babaya Yağız’ın cevabı çok net oldu.
“Abisiyim.” derken bunu hiç düşünmeden ya da tereddüt etmeden söylemişti. Ardından ekledi: “Sanırım bilmem gereken şeyler var ve Aslım bana kendisi anlatmak yerine beni buraya size getirdi.” dedi.
“Hasan baba ona sen anlatır mısın? Bilmeye hakkı var ve ne yazık ki benim anlatacak gücüm de cesaretim de yok.” dedim. Hasan baba bir süre durumu tarttıktan sonra beni onaylayıp bizi içeri davet etti. Yağız giderken ben kalmayı tercih ettim. Yaşadıklarımı bir başkasının ağzından duymaya gücüm yoktu. Aslında o anları tekrar yaşamaya gücüm yoktu.
Zaman! En büyük ilaçken aynı zamanda en acı, en ölümcül zehirdir. Bir an önce geçsin istediğimizde bir türlü geçmek bilmez. Geçmesin, dursun istediğimizde ise saatler saniye oluverir. Zaman göreceli bir kavramdır. Ne geçtiğini anlar insan ne de bize bıraktıklarını anlar. Usul usul geçen zaman bende çoktan anlamını yitirmişti. Saatler mi geçmişti, dakikalar mı yoksa saniyeler mi bilinmez. Zaman algımı yitirmiştim âdeta. Kapının sesini duyduğumda başımı usulca o tarafa döndüm ve görüş açıma giren Yağız ile durdum. Gözleri kızarmıştı, ağlamış mıydı yoksa? Onun da gözleri benim üzerimdeydi. Öylece bana bakıyordu. Ne bir şey söylüyor ne de bir adım atıyordu. Sadece kızarmış gözlerini bana dikmiş öylece bakıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mazinin Gölgesinde
RomanceÇocuk olmak yerine anne olmuş bir kadın, annesiyle arasında sadece on üç yaş olan ve bu yüzden çocukluğu cehennem gibi geçen, kendini yabancılardan soyutlayan bir kız, abisinin günahlarının yükünü omuzlarında ve yüreğinde taşıyan bir adam bir amca v...