"Kusura bakma güzelim, en az benim kadar canın yanacak."
İçeri girip kapıyı kapatırken solgun yüzümle dışarı baktım. Beni ne bekliyordu bilmiyordum ama canımın acıyacağını şimdiden görebiliyordum. Neler olacağı hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
Belki de sadece canımız yanmayacaktı. Belki de birbirimizi parçalara ayıracaktık.
Küçük anlaşmamızı geride bırakalı üç gün olmasına rağmen benimle tek kelime konuşmamıştı. Öyle ki ilk geldiğimizde beni hapsettiği odasından çıkmak istemiyordum. Tüm bunları bir kenara bırakacak olursam banyo yapmama izin vermesi çok büyük bir jestti. Saçlarım beni rahatsız edecek kadar kirlenmeden banyo yapabilmiş, beni rahatsız eden bu sorundan kurtulabilmiştim; her gün kendini suyun altına atan biri için banyo yapamamak büyük ıstıraptı.
Diğer büyük bir jest ise uyandığımda yanımdaki komodinin üstünde birkaç parça kıyafet bulmam olmuştu. Etiketleri hâlâ üzerinde duran ve kot ve tişörtleri hangi ara almıştı bilmiyordum ama kaç gündür üstümde duran şort ve kazaktan kurtulmak iyi gelmişti. Bunları düşünürken kot pantolonu inceledim, biraz dar geliyordu bedenine bile bakmadan eline geçen ilk şeyi aldığı belliydi. Yine de beni düşünmesi bile hoşuma gitmişti. Aranıyor olmasına rağmen nasıl dışarıda dolaşabildiğini anlayamasam da hoştu işte.
Bir kez daha patlama sesini andıran gök gürültüsünü duyduğumda endişeyle dışarı baktım. Normalde yalnızlıktan ve gök gürültüsünün eşlik ettiği bu havalardan korkan biri değildim fakat şu anki durum çok farklıydı. Oturduğum yerden kalkıp mutfağa doğru ilerlerken duvardaki saate baktım, dokuzu geçiyordu.
Dağ evi büyük odalardan, iki banyo, bir mutfak ve kocaman bir salondan oluşuyordu. Odalardan birinin kapısı hiç açılmıyordu, ben de açmak için bir girişimde bulunmamıştım. Büyük ihtimalle oda babasına aitti, bu yüzden kapısının önünden bile geçmemeye dikkat ediyordum.
Mutfak bizim evin mutfağının iki katıydı, daha doğrusu buradaki her şey benim yaşadığım eve kıyasla iki kat büyüktü. Buzdolabı enine iki kapalıydı ve ağzına kadar doluydu, onun yanında duran derin dondurucunun üstüne dokunmaktan çekindiğim çok güzel kedi bibloları vardı. Çekiniyordum çünkü el yapımı gibilerdi. Evin içindeki odaların biri atölye olduğu, içeride de boya ve kil gördüğüm için bu tahminim güçleniyordu.
Tezgâha yaslanıp kendime su doldurdum ve mutfağı incelerken yavaşça yudumlamaya başladım, belki içeride gördüğüm raflardan bir roman alıp okusam zaman daha çabuk geçebilirdi. Sıkıntıyla çevreme bakarken tezgâhın ucunda duran eski bir radyo gözüme takıldı. Bardağı tezgâha koyup radyonun yanına gittim ve antikayı incelemeye başladım. Zamana uygun döşenen bu mutfakta geçmişin bir lekesi gibi duruyordu, en az yirmi yaşında olmalıydı. Temiz ve güzeldi, yanına konulan kavanozlarla aynı renk tonlara sahipti, garip bir şekilde konulduğu yere uyum sağlamıştı. Müzik dinlemek iyi gelebilirdi ama çalışacağından emin değildim.
Gereğinden fazla bir dikkatle açma düğmesine basınca çalışması şaşırmama sebep oldu. Acaba neyle çalışıyordu? Düğmesini çevirip frekanslarla oynamaya başladım, hep cızırtı vardı ama kırmızı ibre sonlara doğru gidince bir kanal bulabildim. Radyonun antenini çıkarırken ampul göz kırptı, elektriklerin gideceğini düşünüp korkuya kapıldım ama bir şey olmadı. Fakat hemen ardından çakan şimşeğin ışığı pencereyi kapladı ve etraf birden karanlığa büründü. Işıktan daha geç gelen gök gürültüsü dev bir kayanın parçalanmasını andırıyordu, şaşkınlıkla karanlığa bakarken irkildim.
Gözlerim karanlığa tam olarak alışmamış olsa da umursamayıp mutfak kapısına yöneldim. Chanyeol bu havada gelemezdi, o yüzden geceyi tek geçirecekmişim gibi görünüyordu. En güvenli yol bir an önce yorganın altına girip uyumaya çalışmaktı ki Chanyeol'ün odası çok da uzakta değildi. Evi çözmek zor olmadığı için karanlığa aldırmadan ilerlemeye devam ettim. Ta ki sert bir şeye çarpıncaya kadar. Sert, nefes alan bir şeye...