(Yuta'yı tanımayan olursa diye medyadaki Yuta.
Yazar yorumu: saygıdeğer japon balığım yani.)"Suho, siz gidin. Biz Sehun'la müdürü hallederiz."
"Gidelim." dedi Suho.
Hiçbir şey söylemeden onu takip etmeye başladım. Zihnimin içinde düşünceler kaynıyordu, bana böyle davranmasına haklı bir sebep bulmaya çalışıyordum. Yaşananların yükünü bana yüklemeye daha ne kadar devam edecekti?
Belki gerginlikten belki içimde biriken duygulardan belki de üzüntüden... Sebebini bilmiyordum.
"Suho?"
"Evet?" Derin bir nefes aldım.
"Yüzümü yıkasam iyi olacak." dedim. "Sen sınıfa git, ben geliyorum." Boş koridorda bana tereddütlü bir ifadeyle baktı.
"Kaçacak hâlim yok." diye çıkıştım. "Beni yalnız bırakamaz mısın? Gidip Chanyeol'e ispiyonlayacak değilim." Son cümleyi söylerken sesimde istem dışı bir iğneleme vardı. Oysa öfkemi ondan çıkarmam saçma olurdu. Derin bir nefes aldım. "Bak, sadece biraz yalnız bırak, olur mu?"
Suho bana ters bir bakış atsa da hafifçe başını salladı. "İşi zorlaştıracak bir şey yapma."
Her ne kadar dilimde bir ton laf birikse de hepsini yuttum ve lavaboya doğru yürüdüm. Sanırım bir süredir adamakıllı bir şey yememem iyi olmuştu, yoksa bir gerginlikle çoktan kusardım.
Musluğu açıp avucuma soğuk suyu doldurduktan sonra yavaşça yüzümü yıkadım. Midemin bulantısına pek faydası olmasa da ferahlatıyordu. Artık gitmem gerektiğini anlayana kadar yüzüme su çarpmaya devam ettim ama kaçış yoktu. Birazdan gidip derse girmem gerekiyordu.
Musluğu kapatıp kenardan bir tomar peçete aldım ve ellerimi, yüzümü sildim. Aynadan yansımamda korku dolu küçük bir erkek çocuk görmek istemiyordum.
"Kendine gel," dedim peçeteyi çöpe attıktan sonra. "Ne kadar kötü olabilir ki?"
Chanyeol ve Sehun sınıftalardı, Suho ve ben sözde kuzendik ve aynı sınıfta okuyorduk. Tabii bunu Chanyeol'ün ayarladığını hepimiz biliyorduk. Beyefendi belli ki kırk dakika da olsa yüzümü görmekten kurtulmak istiyor olmalıydı. Bunu düşünürken 4-1'in önüne gelmiştim.
(Türkiye'de 12-A oluyor.)
Ne olacaksa olsun düşüncesi, zihnimin ön koltuklarında yerini alırken kapıya hafifçe vurdum ve içeri girdim. Her biri bana yabancı olan bakışlarını üzerime çevirirken umursamaz görünmeye çalışıp "Geç kaldığım için özür dilerim," dedim.
Saçları kırlaşmaya başlamış, orta yaşlı adam bana şöyle bir baktı ve "Geç bakalım," dedi. Nedense içimden bir ses onun fizik öğretmeni olduğunu söylüyordu.
Gözümü sınıfta gezdirip boş bir yer ararken kendi okulumu düşündüm. Hiçbir zaman sınavlarından yüksek not alamadığım eski öğretmenim olsa, ki kendisi saygıyla anılan öğretmenlerden biriydi, büyük ihtimalle gelenin ayağı birbirine dolandırırdı.
Söyle bakalım oğlum, annenin babanın mesleği ne? Nereden geldin, kimlerdensin, hangi okuldasın, bir önceki fizik öğretmenin kimdi, ne olmak istiyorsun, YGS-LYS denemeleri nasıl, en sevdiğin ders ne, notlar nasıl, kuşlar böcekler, bu evren, bu tabiat neden var?
Tabii bu sorulardan sonra meşhur sorusunu önümüze sererdi: Bu kılık kıyafet ne, plaj mı sandın burayı?
Ben arka sırada boş bulduğum bir yere doğru giderken en azından ön taraflarda oturmak zorunda kalmadığım için seviniyordum. Etrafa dikkat kesilmemeye çalışsam da birilerinin aralarında bir şeyler söyleyip gülüştüğünü duydum. İnsanlardan mümkün olduğunca uzak durmaya o kadar alışmıştım ki birinin herhangi bir harekette bulunması beni rahatsız ediyordu.