Rengarenk kır çiçeklerinin kokusu burnumu delip geçerken bu muhteşem havayı birkez daha soludum. Soludum ki, olurda unutursam hafızama kazınsın. Kazındığı yerden de bir daha silinmesin. Hiç gitmesin. Çünkü Allah şahidim ya, bu günü asla unutmak istemeyeceğimden adım kadar emindim. Kim mutluluğunu unutmak isterdi ki? Hayatını baştan çizen insanların üzerini karalamak isteyebilirdi? Kimse. Çünkü mutluluk dansı bedenimi ele geçirirken, bir yandan da heyecandan tutuluyordum. Sendelemekten alıkoyamıyordum kendimi. Sesler kesilince bile dönmeye devam ettim. Vücudum, zihnimdeki her ritimde kendini zorluyor, zorladıkça daha da deliriyordum. Mutluktan delirdiğim doğrudur. Doğru olansa sadece mutluluktur.
Mutluluk. Zihnimdeki onca sorunun tek anahtarı olmanın verdiği gururu yaşıyormuş gibi yine beni hayal kırıklığına uğratmadı ve tekrardan başladı, dansıma eşlik etmeye. Kimseler yanlış anlamasın ki, mutluluğum şansımdandır diye. Yeşil her nasıl sarı olabiliyorsa, öfke ve şanssızlıkta aşkı doğurabiliyordu. Ama biz, aşkı doğurmakla kalmamış, onu besleyebilmiştik de.
Mert'i sevme isteğiyle yanıp tutuşurken nasıl kendime hakim olabilirdim? Ben, ona her bakışımda delirdiğimi hissederken o nasıl panzehirim olmazdı?
Biz, bir elmanın aynı yarılarıydık. Yine her yol birbirimize çıkıyordu. Ve karşı koymak ise tam bir afetti. Kalbimizde depreme neden olan bir deprem. Başlı başına yıkıcı ve vahşi.
Üzerimdeki beyaz elbise, gelinliğim değil, başımda halem olmuştu. Bembeyaz kuyruğuyla bir kuğu; Tüm zarafetiyle bir ördek olmuştum. Çünkü bir sırdır ki bilinmeyen, zarafetin görünüşle bir alakası yoktu. Çünkü ördek, asaletiyle güzelliğine kavuşmuştu.
Mavi daireler serpiştirilmiş duvarlar, Mert'in Doctor Who sevgisini ortaya dökerken gülümsedim. Gülümsememi kestim ve kocaman kahkahalar atmaya başladım. Bugün evleniyordum. Kimsenin baskısı, inatlaşması ve antlaşmaları olmadan; evleniyordum.
Gelin odasının yüksek tavanında asılı olan yıldızlara baktım. Işıklar kapanınca parlayan yapışkanlardan olmalıydı ve ışıklar kapanırken tam tepemde parıldıyordu. Çünkü bugün şans benden yanaydı.
Dantelli sırtı ve upuzun eteğiyle bembeyaz gelinliğim üzerimde ve ben aynanın karşısındaydım. Hafif bir şekilde arkadan toplanmış saçlarım ve minicik kelebek küpelerimle yine hazırdım.
Etrafta hakimiyetini süren telaş, odamdan içeri girmeyi başaramasa bile Eda'nın bağırtılarını duyabiliyordum.
"Sizi işe yaramazlar! İlker! Ozan! Şefika! Bugün en yakın arkadaşım evleniyor! En ufak bir aksilik olursa sizi doğduğunuza pişman ederim. Duyuyor musunuz beni! Siz- Ağk! Kasılmalarım yine tuttu!" Tahminim üzerine Ozan yine elleri kafasında durmaya başlamıştı. "Yoksa bebek geliyor mu? Kasılma ve sancı aynı şeyler mi yoksa?! Lanet olsun, hiçbir şey bilmiyorum. Ama aşkım sen sadece sakin ol ve derin nefesler al tamam mı?... Bak böyle... Evet."
"Cıvık mısın Ozan? İstersen koridorun ortasında doğum da yaptır." Şefika ve huysuzlukları boy gösterirken olması gereken yanıtlar birbiriyle yarışmaya başlamıştı bile.
"Herkes sussun yoksa çığlık atacağım!"
"Kimse çığlık falan atmayacak yoksa keserim boğazınızı!"
"Tamam, sakin olun."
Ve bir saniyelik sessizlik. "Ozan ben acıktım aşkım. Acaba mutfağa gidip bana bir dilim pasta bulabilir misin?" Eda, en masumane sesiyle konuşurken birden kapı açıldı ve Eda içeri girdi. "Ozan bana pasta almaya gidiyor. Sen de ister misin?" Kafamı olumsuz anlamda salladım. "Zaten fermuarı zar zor kapattım. Teşekkür ederim."