64. BÖLÜM

208 2 0
                                    

64. BÖLÜM

Bir tarih verdin mi kendine?
9 gün, 2 ay, 3 ay?
Ölmek için değil.
Yaşamak için.

Yıllar verdin mi peki?
3 yıl, 5 yıl, 14 yıl?
Kalır mısın peki bunca yıl?
Kalır mısın onlarla,
kalır mısın insanlarla?
Kendinle kalabilir misin?
Kalamazsın.
14 yıl sonra hiçbirimiz kalmayacağız burada.
Çünkü zaten çok şey gitti, insanım.
Biz bile kendimizden gitmişiz.

Yıllar vermedin kendine yaşamak için.
Ölmek için kendinden yıllar aldın,
yıllarca öldün insanım.

Artık dayanamıyordum. Haykırışları, gözyaşları öyle artmıştı ki onu döve döve durdurmak istiyordum. Ama bunu çoktan denemiştim. Yüzüne vurmalarım yetmeyince ona sarıldığımla kalmıştım. Ve o bana nispet yapar gibi daha da çok ağlamaya başlamıştı. Ona sarıldığımdan beri gücümü topladıkça sadece sırtına vurabildim, o da pek etkili olmadı zaten.

Sayıkladığı tek şey Minel'in adıydı. Sanki o gitti diye ismini unutacağından da korkuyordu ve durmadan tekrar ediyordu. Hayır, diyordu kendine. Hatırla, unutma. O gitti, unutma. Giderse unutursun, ama sen unutma. Gittiğini dahi unutma ama gitti diye de unutma.

Ben de ona karşılık olarak sadece adını mırıldanabiliyordum. Çünkü Minel'in ismini ezberledikçe kendininkini unutacakmış gibi hissetmiştim. Ona vururken de yalnızca ismini söyledim. Vurduğumda belki birkaç saliseliğine de olsa ayıldığında kendini duysun diye. N'aptığını, nasıl ve ne için yaptığını anlasın diye. Çünkü o, kardeşini için kendini feda eden biriydi. Bunu hatırlatmak istedim. Aklında belki buna yer kalmamıştı ama, yine de denemek istedim. Son bir kez, belki onu kendine getirir diye yüzünü kaldırıp buz kesmiş, sargıları bozulmuş ellerimin arasına aldım. Bana bakmamak için direndi. Gözlerini yumdu, başını kurtarmaya çalıştı. Ama yapamayınca gözlerini gözlerime dikti ve yalvarırcasına baktı, sanki bir katil, öldürdüğü kişiyi diriltebilirmiş gibi. Sanki kardeşini elinden benim aldığımı biliyormuş gibi, Tanrı'dan vazgeçmiş, bana yalvarmaya başlamıştı.

"Kanlar akıyor Dolunay..." Dudaklarımı birbirlerine bastırıp aynı onun gibi baktım ona. "Olmayan ruhum bile kanıyor." Başımı iki yana sallayarak alnımı alnına dayadım. Nefesini tuttu. "Geri dönecek." dedi yutkunarak. En azından artık hıçkırmıyordu ama bu yüzden nefesleri zar zor yetiyordu. "Hâlâ koparmadığı papatyaları var..." Gözlerimin dolmaması için kırpıştırıp dudaklarımı birbirlerine bastırdım. Ellerim çözündü o an. Başını kurtardığı gibi yeniden omzuma gömdü.

"Ejder..." Uzun zaman sonra ikimizinkinden farklı bir ses duyunca başımı, Ejder'in omzundan kaldırıp bizim yanımıza çömelen Akay'a baktım. Bir elini Ejder'in omzuna koymuştu. Dudakları, sıkmaktan büzüşmüştü artık. "Kendine gel." diyebildi sadece. Çünkü o da ötesini düşünemiyordu. Ejder cevap vermeyince alnını eline dayadı ve öylece bekledi bir süre. "İnsanlar eksilir Ejder... Eksilirler ki, kalanlar o boşluğu kendileri doldurmayı öğrensinler." dedi "kendileri" sözcüğünü vurgulayarak. "Ama başkalarıyla değil, kendinle Ejder. O yüzden ayağa kalk. Duydun mu beni?" Diğer eliyle sırtına iki kez hafifçe vurdu.

Hiç kimse, onu esas kaldıracak şeyi söylemiyordu ona. Kimse umut vermiyordu. Kimse "Daha önce buldun, bir daha bulursun." veya "Onu bulacağız." demiyordu. Çünkü Ejder hariç herkes gerçekleri biliyordu.

"Başkasının açtığı boşluğu ben nasıl doldurayım?" diyerek boynuma doladığı eliyle yüzünü kapattı. Çaresizce Akay'a baktım. O da aynı şekilde bana bakmaktan başka bir şey yapamadı. Çünkü ikimiz de henüz her şeyimizi kaybetmemiştik. Onun kaybedebileceği iki şey vardı: Barış ve babası. Benimse kendim vardım işte. Bizi kurtaransa, kaybedeceği şeylerin üçte ikisini kaybetmiş olan biri oldu.

AYSARHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin