Dilimde paslı bir tat var. Elim titriyor, gözlerim kararıyor. Sesler gitgide bir uğultuya dönüşüyor. Düşecek gibi hissediyorum ama ruhum bedenimden ayrılıyor. Uyuyorum.
Ve yeniden doğuyor uyumakta olan bir zihin. Her şeye kaldığı yerden devam ediyor her şey değişmişken. Yıl, gün, saat... hepsi onun uyumaya gittiği zamanki haliyle durmuyor ve o bunun farkına vardığında umursamıyor. Nerede olduğunu , burada ne yaptığını bilmiyor fakat onu buraya getiren bir şeyler var. Burada olup bitenler son derece onu ve sahip çıktığı acıyı ilgilendiriyor. Evet, bir acıdan doğan zihne sahipti. Derin uykusundan, zihindeki birini derin uykuya göndererek uyanıyordu. Bir şeyler ters gittiğinde veya bir şey ona geçmişteki bir acıyı hatırlattığında zihni uyanıyor ve ışığa geçiyordu. Bu adil değildi. Tanrı ona bir beden armağan etmemişti ama acı dolu bir zihni sürekli uyandırıyordu. Tanrı adil değildi, kutsaldı ama adil değildi. Kalabalık bir caddenin ortasında öylece ayakta dikildiği için insanlar ona çarpıyor ve azarlıyordu. Algılamıyordu. Sanki zihni uyumaya gittiği zamanki halinden daha kötüydü. Halbuki değişen hiçbir şey yoktu ama buna rağmen zihni paslanmıştı. Algılamıyordu, alışmaya çalışıyordu. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyordu. Zihni ona sürekli harekete geçmesini söylüyordu. Ve sanki ışığa geçtiği için kınanıyordu. Böylesine tehlikeli bir zihni uyandırmak aptallık olmalıydı. Neden kimse onu durdurmamıştı, bu çok kolay olmuştu. Ama yine de, geç olmadığını ve onu ışıktan alabileceğini düşünen, ev sahibinin kontrolü altında onu kontrol ettiğini düşünen sayın Yargıç -adını asla hatırlamamakla birlikte sırf gıcıklığına ona böyle seslenirdi- sürekli konuşup duruyordu. Derin bir nefes aldı, zihni ölesiye acıdı. Beden fonksiyonları yerindeydi ama sanki zihninin akciğerlerine yıllar sonra ilk kez hava doluyordu, yeni doğmuş bir bebek gibi canı acıyordu. Yürümeye başladı. İş çıkış saatinde acele bir şekilde bir yerlere yetişmeye çalışan kalabalığa göz gezdirdi, asla onlardan biri olmamalıydı. Yan sokağa saptı.