Dağlar pembe görünmeye başladığında ay da çoktan yerine geçmişti. Güneş tam arkamda, dağlara son kez göz kırparak veda ediyordu. Ve bu gidişle rüzgarda dans eden bitkiler ahenkle ninni söylüyordu. Çiçekler yapraklarını içine doğru kapatıyor, ayın öfkesinden saklanıyordu. Ama aksine öfkeli olan güneşti, onları yakan ve kurutan oydu. Ay ise sadece hüzünlüydü. Gidenlere hüzünlüydü, kalıp da hayatı zehrednelere hüzünlüydü, sevgi arayan küçük kızın çırpınışına hüzünlüydü... O kadar hüzünlüydü ki, gözyaşlarından parıldıyordu. Ama taç yapraklarını korumak için kapatan çiçek ondan korkuyordu, pembeliklerde gezinen kurt ise ondan güç alarak uluyordu. İşte kendimde ki değişimi o zaman anladım. Bazen gözyaşlarımdan güç alıyor bazen de korkuyordum.
Çiçekler beni neşelendirmek için rüzgarda dans ediyorlardı. Yapraklarını öylece savuruyor, beceriksizce dans etmeye çalışıyorlardı. Size minnettarım! Ama benim gülmeye mecalim yok. Öyleyse konuş bizimle diyorlar. Bu kez önceki çılgın danslarına nazaran yavaşça kıpırdanıyorlar. Biliyorlar yaprakları biraz öfkeli savrulsa kalkıp gideceğimi. Kırmaktan korkuyorlar beni. Ama onlara konuşsam susamam, diyorum. Susma öyleyse diyorlar. Ama üzüntünüzden kahrolursunuz diyorum, bizi zaten sulamazsan öleceğiz, diyorlar. Doğru ya, size su vermeyi unuttum, diyorum. Kendi gözyaşlarımla beslemek isterdim sizleri, diyorum ama tek bir gözyaşı bile düşmüyor yanaklarımdan. Kalkıp su veriyorum, biraz daha dans etsinler diye.