Aylardır mahsur kaldığı odanın penceresinden güneşin batışını seyrediyordu. İş yerlerinden çıkan ve telaşla evlerine yetişmeye çalışan insanları ve yine okullarından dağılan öğrencilerin yetişkinlerin aksine daha yavaş bir şekilde durağa yürümelerini seyrediyordu. O insanların arasında olmayı istiyordu. Direksiyon başında trafiğe küfretmek, ders zili çaldığı gibi sınıftan koşarak kantine gitmek, kitap rafları arasında dolaşmak... İstediği birçok şey vardı. Toplumun bir parçası olmayı ve yaşamayı istiyordu, gerçek bir insan gibi yaşamayı. Ama en çok da özgür olmayı istiyordu. Maske olmadan nefes almayı, rüzgarın saçlarını uçurmasını -kanserden dolayı dökülmeden önce ki saçlarını-, çimlerde yorulana dek koşmayı ve arkadaş edinmeyi istiyordu. Ama şimdi ise tek yaptığı karanlık odada pencere kenarında yalnız başına oturmak ve yaşayan insanları seyretmekti. Hayatı çok sıkıcıydı. Her ne kadar doktorlar bunu açık bir şekilde dile getiremese de uzun bir süre yaşayacağını düşünmüyordu. Ölüyordu, günden güne acı çekerek ölüyordu. Aldığı ilaçlar ve kemoterapiler hiçbir işe yaramıyordu. Doktorlara çok kez "Yaşamama izin verin." demişti. Tabi ki doktorlar bunu yanlış anlayıp onu iyileştirmek için ellerinden geleni yapmaya çalışıyordu. Daha fazla ilaç, daha fazla tedavi yöntemi ve daha fazla acı... Doktorlar kabullenmeliydi artık yeminler de bir yere kadar, pes etmeliler, kaybettiler. Son bir saati bile olsa dışarıya çıkmak ve yaşamak istiyordu. O kalabalığın arasına karışmayı, hayatın temposunda yorulmayı ve deniz kenarında soluklanmayı istiyordu. Bunun hayali ile bir kez daha pencere kenarından ayrıldı, serumunun ve oksijen maskesinin bağlı olduğu soğuk demir çubuğu tuttu ve yavaşça yatağında doğru yürüdü. Yastığa başını koyup gözlerini kapatmadan hemen önce gülümsedi. Onu gülümseten tek şey de hayalleriydi zaten.