Nazım zannettim bir Piraye yolunda. Piraye oldum bir Nazım uğruna.
Uğruna Piraye olduğum. Birkaç adım ötemde durmuş bilgisayar ekranında bir şeyler ile uğraşıyordu. Yanına gidip yine sahte bir soğukluk ile 'Kolay gelsin.' bile diyemiyordum. Sanki, ayaklarım patika yola çivilenmiş gibi orada hareketsiz duruyordum. Kalabalık mekanın boş alanında daha ne kadar fark edilmeden onu seyredecektim, bilmiyorum. Üstelik yanımda duran devasa yılbaşı ağacı ve onun renkli süsleriyle tam da dikkat çeken bir yerde duruyordum.
Beni kendi mekanına çağıran Fatih'in yanına gitmek ilk defa bu kadar zordu. Kalbim ilk defa ondan korkuyordu. İki hafta sonra tam da ümidimi kesmişken bana ulaşmasına olumlu anlamlar yükleyemezdim. "Hayal kurmak yok." diyerek sesli bir şekilde kendimi azarladım. Bir senedir her hayalimin sonunda kendimi anlamsız bir hüznün içinde buluyordum. Hatalarımı tekrarlamamalıydım. Oysa kalbim onun en güzel hata olduğunu düşünüyordu.
Her zamanki gibi umursamaz bir şekilde davranabilirdim. Her zamanki gibi soğuk bir konuşma yaparak belki de yine onun da gününü berbat edebilirdim. Beni neden çağırdığını sormak ne kadar zor olabilir ki? Birden yanında belirip ''Yılbaşını benimle geçirmeyi kabul mü ediyorsun?'' diye sorabilirdim değil mi?
Hayır.
Soramam.
Kalbimin sormak istediklerine, dudaklarım engel olur.
Yolunu kesecek kadar cesur ama ona sevgimi gösteremeyecek kadar da korkağın tekiydim. Korkuttular beni, her bir adam iz bıraktı bana da o izlerine sonucunda bir avuç dolusu sevilmeme korkusu kaldı.
Derin bir nefes aldıktan sonra bir adım attım, bir uçumun kenarına yaklaşmış gibi tenimi delip geçen o rüzgar saçlarımı savurdu. "Geç kaldın." dediğinde kafamın içindekilerle uğraşmaktan bu kadar yakınıma gelişini fark edememiştim. Yutkundum. O teniyle bütünleşen kokusu, bir sigara dumanı gibi tüm boşluklarımı doldurmak istercesine içime yayıldı. Kuruyan dudaklarımı ıslatıp ''Senin geç kalışlarının yanında benimkisi saniyelik bir gecikme olur.'' diyemedim. "Okuldan geliyorum." gibi basit bir cümle kurdum. Yalan söylediğimi nasılda hemen anladı. O dudakları hafifçe sağa doğru kıvrıldı ben de tam oraya kıvrılmak istedim. Bir ömür boyu orada yaşamak ve belki ölmek... Tam orada ölecek olursam eğer bu tüm alemin en güzel ölümü diye adlandırılmalıydı.
Son nefesimi tam o gülüşünün bittiği yerde can vermek, cennette bana sunulan bir meyveden bir ısırık almak gibi olurdu.
Bir elini belime koyup beni boş bir masaya yönlendirdi. Sanki dokunuşuyla beni nasıl dağıtacağını bilmiyor gibi. Ben üzerimdeki ceketi boş sandalyeye bırakıp cüzdanımı da masanın üzerine bıraktığım da "Yeni yıl hediyesi olarak çanta alsaydım yine kullanmayacak mıydın?" diye sordu. Çanta kullanmaktan hoşlanmadığımı hatırladı ya sanki karşıma geçip 'Seni seviyorum,' demiş gibi bir etki bıraktı. Sanki çok normalmişim gibi bir de beni tanıyan cümleleriyle iyice beynimin yokluğunu hissettiriyordu. Ben basit bir insanım. Küçük gereksiz bir cümlesinin hatırlanmasıyla mutlu olacak kadar basit bir kadınım.
Şaşkın bir ifadeyle sandalyeye oturduğumda "Anlamadım," diye mırıldandım. Halbuki yeryüzünde onu en iyi ben anlardım. Anlamıştım da anlamak gururumun işine gelmemişti. "Çanta kullanmaktan hoşlanmıyorsun ya ben alsam yine mi kullanmazdın, merak ettim," derken o da karşıma oturdu. İki elini birleştirip masaya bıraktığında ben de sabırsızca dudaklarımı dişlemekle meşguldüm. Gözlerimi korkudan gözleriyle buluşturamıyordum.
Garson getirdiği iki çayı masaya bıraktığında cevap vermeyeceğimi anlayarak konuyu değiştirdi. "Dinliyorum," dediğinde tek kaşımı havaya kaldırırken "Beni sen çağırdın?" dedim ama kalbim onun geçekten beni dinlemesini istediğini sol köşesinde çırpınarak belli ediyordu. Keşke dinlesen beni, keşke gerçekten sadece beni dinlesen...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Camdan Kavanoz [TAMAMLANDI]
Ficción GeneralBeni sevdiğime ve sevildiğime ikna eden Can'a baktım. "Seni hep sevdim," dedi. "Seni kendimi kaybedecek kadar çok sevdim." Gülümsedim. Bu sevilmeyen bir kadının buruk gülümsemesiydi. Bir kabullenişti. "Seni kendimi bulacak kadar sevdim," dedim. "Se...