5.KISIM,7.BÖLÜM-AMATHUS

112 79 0
                                    

Toras gece yarısı ayı ile verdiği mücadeleden sonra bir ara ayağa kalkıp yoluna devam etmeye çalışsa da yorgunluktan düşüp yere yığılmıştı. Sabah olduğunda ise vücudunun her yerinin ağrıdığını fark etti. Ayağa doğruldu tekrar ve ışığın geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Kafası zonkluyordu. Vücudunda ise anlam veremediği bir halsizlik belirmişti. Büyük ihtimal dün gece dışarıda yattığı için üşütmüştü. Bu kötü haline rağmen yine de yüzünde bir gülümseme vardı. Çünkü artık aylardır cebelleştiği ormandan çıkmayı başarmıştı. Önünde uzunca bir ova ve ovanın sonunda ise Geniş Dağlar görünüyordu.

Anberyon'un izlerini hissetti Toras. Hulyon tedavisinin sınırları buraya kadardı. Etraf cılız otlardan oluşuyordu. Anberyon'un ateşi, etrafı yakıp kavurmuştu yıllar önce ve bu durum o günden beri böyleydi. Burada artık yaşayan hayvan sayısı da çok azdı.

Toras, iki gün kadar yürüyerek dağın eteğine geldi. Zorlukla engebelerden tırmandı. Sırtındaki çantayı özenle koruyordu. Çünkü içinde hayati ihtiyaçları vardı. Düşerken çantası bir yere takılmamıştı bu yüzden şanslıydı. Her gece üzerinde uyuduğu kalın geyik postu vardı mesela içinde. Onu soğuktan koruyordu. Kaybolması halinde kayalıkların üzerinde uyumak zorunda kalacaktı. Yine çantasında çok sevdiği ligar ekmeklerinden de vardı. Ama sayısı epey azalmıştı. O yüzden yurak diyarından çıkmadan önce erzak toplayıp çantasında istiflemişti. Yolculuk boyunca artık diğer yiyecekleri tüketiyordu. Çünkü ligarların bitmesini istemiyordu. Bunun dışında çelikten yapılmış farklı tür silahları da vardı çantasında. Hançer, kısa kılıç, çelik kancalı ip ve benzeri eşyalar. En fazla ağırlığı da bunlar yapıyordu. Daha ne kadar gideceği belli değildi. Hatta gittiğinde bir şey bulacağı da kesin değildi. Zor bir yolculuktu Toras'ın ki. Amaçlarından sapmış, hedefi belirsiz ve sonu belli olmayan bir yolculuk...

Tırmandıkça hava soğuyordu. Aslında bu bölge sıcak olurdu yılın genelinde. Hava değişiklikleri Malyen'in her yerini sarmış vaziyette olduğundan soğuktu bu kadar. Toras nefes nefese kaldı. Hem kendi ağırlığını hem de arkasındaki çantanın yükünü çekiyordu. Çantasının ağırlığı 15 kilo kadardı. Ama güçlü kollarıyla birçok insanın kat edemeyeceği mesafeyi o kısa sürede geride bırakmıştı.

Biraz daha tırmandıktan sonra gözüne patika yol ilişti. İlerledi ve ilerledi. Burada hava biraz daha ılıktı. Coğrafi yapıya göre yukarı çıktıkça sıcaklığın düşmesi gerekirdi. Ama hem demin bahsettiğimiz hava düzeninin bozukluğu hem de dağın kendine has yapısı ortaya böylesine aksi bir durumu çıkarıyordu.

Dağın yüksek yerlerinde ufak göl benzeri oluşumlar mevcuttu. Bu Toras için bulunmaz bir nimetti. Hemen gidip suyun içilebilirliğini test etti. Su berraktı. Kar sularıyla beslendiğinden içinde zararlı organizmalar oldukça azdı. Hemen matarasını çıkardı ve suyun içine daldırdı Toras. Elinin üşüdüğünü hissetti önce. Su temiz olduğu kadar soğuktu da. Toras çok susamasına rağmen suyu içmedi. Zaten üzerinde dün geceden kalan bir bitaplık hissi vardı. Bu kadar soğuk suyu içmesi bünyesini daha zor bir duruma sokabilirdi. Suyun sıcaklığını biraz daha yükseltmesi gerekiyordu. Bunun için ise ona güneş sıcaklığı veya insan eliyle yakılmış ateş gerekliydi. Şimdilik bekleyebilirdi. Çünkü susuzluğa dayanamayacak durumda değildi. Dahası ise ilerledikçe nereye varacağı merakı her şeyden önemli gelmeye başlamıştı Toras'a.

Yürüdükçe ortamın değiştiğini anladı. Kayaların yapısı farklıydı artık. Oyulmuş vaziyetteydiler. Birilerinin buralara gelip taşları işlediği çok belliydi. Büyük ihtimalle de bunu yapanlar insandı. Hayvanlar olamazdı elbette. Warglar da değildi çünkü onlar oymacılıktan anlamazdı. Yuraklar olabilir miydi? Hayır, dedi kendi kendine. Onların daha önemli işleri olmuştur her zaman. Peki bir ejderhanın alevleriyle taşa bu şekli vermesi mümkün müydü? Sonunda tüm ihtimalleri eledi aklında. Malyen'de oymacılık sanatının ustaları insanlardı. Kesin onlar yapmıştı bunu. Sevindi içten içe Toras. Uzun zamandır insan yüzüne hasret kalmıştı çünkü. Hedeflediği yere geldiğinde ise hayatında hiç tanık olmadığı bir manzarayla karşılaştı. Dağın kalbinde kayalardan oluşmuş, insan başı silüetinde bir mağara girişi vardı. Usulca yanaştı girişe. Gözlerini çevresinden ayıramıyordu. Kendince konuşmaya başladı.

''Burayı hangi uygarlık yapmış ki? Doğuda kayaya böyle bir şekil verecek millet yok.'' dediği esnada içeriden gelen sesleri işitti.

''Yanıma gel!''

Toras ürpermişti. Sesin olduğu yere doğru gitti. Karşısında eski püskü kıyafetleriyle orta yaşlı bir adam duruyordu. ''Kimsin sen?'' dedi Toras. Adam cevap verdi: ''Ben Malyendeki yaratıklara lisan öğreten milletin soyundan geliyorum. Babam Untakas devlerin lideri Bohan'a, wargların lideri Ottasur'a, yurakların lideri Rauros'a ve daha birçok türe ortak lisanı öğretti. Benim adım Saadvakas. Babamdan bana kalan görevi ifa ediyorum. Benden öncekilerin de yaptığı gibi.''

Toras önce söylenenler karşısında sendeledi. Karşısındaki kişi ona biraz farklı gelmişti. Sonra aniden aklındaki soruyu dökme ihtiyacı hissetti kendinde.

''Uzun süredir aklımda olan ve cevabını hiçbir yerde bulamadığım bir sorum var lisancı. Sen lisanları bildiğine göre Malyen'de kullanılan ortak lisanın isminin ne olduğunu ve nereden geldiğini de biliyorsundur belki.''

Saadvakas yavaşça başını salladı. ''Çok eskiden Malyen'de yaşamış bir milletin dilini kullanıyoruz asırlardır. Onlara Türk denirdi. Malyen milletlerinin birbirleri arasında anlaşamadıklarını görmüşler ve o günün önde gelen isimlerine kendi dillerini yani Türkçeyi öğretmişler. O zamana kadar hanedanlar farklı ülkelerin milletleriyle vücut işaretleri aracılığıyla anlaşıyormuş. Çünkü her hanedanın dili, öğrenmesi zor ve onlara özgü kullanım yapılarıyla doluydu. Bu yüzden hiçbir millet başkasının dilini öğrenmeye yanaşmadı. Ama Türkçe farklıydı. Mevcut dillerindeki zorlukları içermiyordu. Hanedan büyüklerinin ortak kararıyla o günden sonra ortak lisan diye kabul edilen dil Türkçe olmuş.''

Toras: ''Türklerden bahsetsene bana biraz.'' diyerek merakını gösterdi. Saadvakas: ''Onlar tüm hanedanlar tarafından sevilip sayılan, Malyen'de zorda kalan tüm canlıların yardımına koşan büyük bir milletmiş. Şimdi ise onlara dair bir iz yok elimizde maalesef.''

Toras iç çekerek: ''Keşke onların zamanında yaşayabilseydim. Hayatları ne çok babamın bize anlattığı öğütlere benziyor.'' dedi. Sonra sözlerine kaldığı yerden devam etti.

''Peki Ursula Ekselon'u tanıyor musun?'' diye sordu heyecanlı bir ses tonuyla. Saadvakas başını tekrar öne doğru sallayarak olumlu cevap verdi. Toras tekrar konuştu. ''Ursula benim babamın ölmesine sebep olan kişidir. Eskiden biz Triyanonlar, Otonas'a hükmederdik. Malyen'in her köşesinde bizim sözümüz daima muteberdi. Babam olan Aryon Triyanon bizlerin kralıydı. Ursula ve komutanı Nauselom onu öldürüp tahtı ele geçirdiler. Nauselom'da sonradan kardeşim Moras'ı öldürdü. En son Nauselom'un, Ursula'ya isyanından sonra Quatra savaşında tevkif edilip Otonas'a getirildiğini biliyorum sadece. Belki de ölmüştür. Ama Ursula yaşıyor biliyorum ve ölümü benim elimden olmalı. Bunun içinde bana Otonas'ın surlarını yıkabilecek bir ordu lazım. Mesela ejderhalar...'' Saadvakas karşılık verdi:

''Biz lisancılar Malyendeki olaylardan pek haberdar değilizdir. Görevimiz sadece bize gelen insanlara ortak lisanı öğretmektir. Ama bunun yanında ejder dili, dev dili, warg dili ve yurakçayı da iyi biliriz. Doğduğumuz andan itibaren ailelerimizden ayrılıp buraya yani Amathus'a geliriz. Burada öğretmenler bize lisanları öğretir. Bizde hayatımızı buna adarız. Gelelim senin ihtiyacına. Her ne kadar Malyen'de olup bitenlerden haberim olmasa da Amathus'un üzerinde uçan yeşil renkli bir ejderhayı gördüğüme eminim. Daha ileriye git. Orada aradığını bulabilirsin. Elbette yaşayabilirsen...''

ON HANEDANHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin